Bu ne biçim
kıyaslama
ya da yarıştırma
anlayışıdır,
"pes" doğrusu...
Geçmişte de vardı
ama bu kadar
ileri gidilmemişti...
TRT'de "Abdülhamit"
dizisinin başlamasından
sonra, bu kıyaslamanın
doruk noktaya ulaştığını
görüyorum...
Abdülhamit ile
Atatürk'ü
karşılaştırma
fikrinin nedeni
çok derinlerde...
Ancak, bu kıyaslamalar
hem Abdülhamit'e
hem de Mustafa Kemal Atatürk'e
haksızlıktır...
Abdülhamit,
sıradan bir Osmanlı padişahı değildir.
Yahudilere toprak satmayışı,
suikastler, projeleri, sanatçılığı
ve güçlü istihbaratçılığı
için çok şey söylenebilir...
Eğitimde yaptığı hamleler,
Osmanlı'nın hiçbir döneminde olmamıştır...
Kız çocukları, onun
sayesinde okulla
tanışmıştır...
Atatürk'ü anlatmaya
zaten gerek görmüyorum...
Bilen biliyor. Bilmeyen de
hınzırlık yapıyor...
Her ikisi için söylenecek çok
şey var ama
ben sözü Cumhuriyet Gazetesi'nde
genç bir muhabir iken
Köşk'e çağrılan
Nizamettin Nazif'e bırakıyorum:
'15-20 yaşlarında gencecik bir gazeteciydim. Cumhuriyet Gazetesi'nde yazılar yazıyordum. Tabiî ki Abdülhamit'i hiç sevmiyordum. Cimri, korkak, vehimli, zalim, Kızıl Sultan diye, yerli yersiz saldırıyordum. O zamanlar, her evde bugünkü gibi telefonlar yoktu.
Sabahleyin neşe içinde gazeteye gittim. Arkadaşların ve ağabeylerimizin yüzünde acayip bir ifade ve ses tonlarında garip bir soğukluk vardı. Ne olduğunu sordum. Kimse söylemek istemiyordu. Nihayet gazetenin patronu, 'Seni Köşk'ten çağırdılar' dedi.
Köşk'e ancak Atatürk çağırtabilirdi. Çok korktum. Beni gazetenin pikabı ile köşkün yakınına kadar götürdüler. 'Herhalde kapılara talimat verilmiştir. Kendini tanıt. İçeriye alırlar' diyerek gittiler.
Titriyordum. Ayaklarım birbirine dolaşıyordu. Kapıya yaklaştım. Nöbetçiler uzaklaşmam için el kol işareti yapıyorlardı. Dizlerimin dermanı kesilmişti. Uzaklaşamıyordum. Yanıma geldiler. Orada ne aradığımı sordular. Kekeleyerek beni Köşk'ten çağırdıklarını söyledim. Adımı sordular. Bir subay elindeki kağıda baktı. 'Tamam o. Götürün!' dedi. İki yanımdan kollarıma girdiler. Subay önde gidiyor; arkamdan da ayak sesleri geliyordu. Dönüp bakamıyordum. Korkumdan doğru dürüst nefes alamıyordum.
Birden kendimi Atatürk'ün karşısında buldum. Son derece şefkatli bir sesle: 'Gel bakalım çocuk...' dedi. Ve elini bana uzattı. Öptüm. Beni karşısına oturttu. Yiyecek, içecek bir şey isteyip istemediğimi sordu. Dişlerim kilitlenmişti. Konuşamıyordum. Başımla hayır işareti yaptım. Üstelemedi. Ve aynı şefkatli sesle: 'Bak çocuk, yazılarından anlaşılıyor ki, sen Abdülhamit'i sevmiyorsun. Sevme, yine de sevme... Ama şu hakikati de asla unutma ki... Abdülhamit, o devrin dünya devletleri arasında, en büyük siyaset dahilerinden biriydi. Hangimiz onun yerinde olsaydık, onun yaptıklarını yapamazdık. O dehası ve ince siyaseti ile çoktan çökmüş olan Osmanlı İmparatorluğumuzu tam 33 sene ayakta tuttu."

Mustafa Kemal Atatürk, birkaç kere daha
"Bak çocuk" dedi. "Abdülhamit'i
sevme; yine de sevme ama bu hakikatleri de hiçbir zaman unutma..."
Yazar İsmet Bozdağ,
Almanya'da ulaştığı
2. Abdülhamit'in
hatıralarında;
ilginç bir bölüme rastlar. Abdülhamit, Selanik'te sürgünde iken
Çanakkale Savaşı ile ilgili
haberler almaya çalışır. Zaferi öğrendiğinde
hatıralarına şu kaydı düşer:
'İşte bu sırada rabbime şükürler olsun ki, ummaya bile cesaret edemediğim zafer haberi ulaştı. Düşman tasını tarağını toplamış askerlerinin yarısını denize, yarısını gemilerine dökerek Çanakkale önünden çekilip gitmişti. Bu büyük zaferi, Mustafa Kemal Bey adında bir miralay kazanmış. Allah, devletime hizmeti geçenlerden razı olsun."

İki büyük devlet adamını
kıyaslayarak,
onlar üzerinden
hesaplaşmaya
kalkışmak; haksızlıktır...
Bilgi sahibi olmadan
fikir sahibi olanlar,
toplumdaki sosyal mevcudiyetlerini
korumak için
yalanlarla bu
kıyaslamayı
körüklemek istemektedir...
Bizler; birbirimize
düşmanlıklar yaratmak için
gösterdiğimiz çabayı,
dostluklar
inşa etmek için harcasak,
bu ülkede
çok şey,
değişecektir!..

Not: Üç günlük bir seyahat nedeniyle
yazılarıma salı gününe
kadar ara vereceğim. Yeniden buluşmak umuduyla...