Rahmetli Başbakan Turgut Özal, 1986 yılı ara seçimlerinde Samsun'a adeta çıkarma yapmıştı...

Beraberinde adeta "Bakanlar Kurulu" vardı...

Rahmetli Hasbi Menteşoğlu, TURBAN Büyük Samsun Oteli'nde onları ağırlamış ama akşam yemeğine katılmamıştı...

O dönemde ben de Anadolu Ajansı'nın bölge müdürüydüm. Hürriyet Haber Ajansı'ndan yeni geçmiştim. Kültür ve Turizm Bakanı Mesut Yılmaz "ilgili" bakanımızdı. Genel Müdürümüz rahmetli Hüsamettin Çelebi ile Mesut Yılmaz arasında abi-kardeş ilişkisi vardı. Yılmaz, bu ilişkinin sonucunda beni yanından hiç ayırmadı. Özal ile aynı masayı paylaştık...

Orada ilginç sohbetlere tanıklık etmiştim...

Bunlardan biri, Hasan Celal Güzel ile ilgiliydi.

Mesut Yılmaz, bir ara Turgut Özal'a, "Efendim, Hasan Beyin istekleri var" dedi.

Hasan Bey dediği, Gaziantep'te ANAP'tan milletvekilliği ara seçimine giren Hasan Celal Güzel'di.

Rahmetli Özal, Mesut Yılmaz'a, "Ne gerekiyorsa yapın, Hasan'ı Meclis'e istiyorum" dedi...

Hasan Celal Güzel, o dönemde Başbakan Turgut Özal'ın da müsteşarıydı...

Hasan Celal Güzel Gaziantep milletvekili seçilmişti ama ANAP Samsun'da kaybetmişti.

Eski PTT Genel Müdürü Servet Bilgi, Samsun 2. Bölge adayıydı. Bölgede telefon hattı çekilmeyen belde ve köy kalmamıştı. Ne var ki, seçimi DYP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk kazanmıştı...

* * *

Hasan Celal Güzel, insani ilişkileri, siyasetteki alışılmadık davranışları ve söylemleriyle farklı bir kişilikti...

Rahmetli Hasan Celal Güzel, farklı bir yapıya sahip oluşunu akıcı üslubuyla ibret verici biçimde, 2006 yılında Radikal gazetesindeki o yazısında dile getirmişti:

" Sevgili okuyucularım, artık vakti geldi; 60 senelik bir ömrü geride bıraktıktan sonra, su katılmamış bir avanak, hakikî bir budala ve gayrikabil-i ıslah bir 'enayi' olduğumu itiraf ediyorum.

Yediden yetmişe enayilik....

Efendim, bendeniz doğuştan biraz salakmışım. Sonradan politikacı ve işadamı haline gelen bazı kazib şöhretler dünyaya geldiğinde ebesinin yüzüğünü yürütürken, ben evden verilen harçlıkları arkadaşlarımla paylaşır; onların kirlettiği okul duvarlarını ve sıralarını temizlemeye çalışırdım. Zira bana, 'Devlet malı deniz, yemeyen domuz' diye öğretmemişlerdi, bilakis 'Devlet malının kutsallığı'nı ezberletmişlerdi. Sonradan 'enayilik' olarak telakki edilen dürüstlük anlayışım, rahmetli babacığımdan, dürüstlüğüyle iftihar ettiğim dayım Ali İhsan Göğüş'ten ve inancımdan geliyordu.

Mülkiye'deki yıllarım da bu avanaklığımın devamından ibarettir. Evden gelen paranın en az yarısını başkanı olduğum 'Hür Düşünce Kulübü'ne sarf eder, geri kalanıyla yarı aç yarı tok çırpınır dururdum.

Eşşek gibi çalışırdım....

Abiler, ben enayiliğin kitabını yazdım. Bütün ömrüm tabir-i amiyanesiyle 'eşşek gibi' çalışarak geçti. DPT Uzman Yardımcılığı'ndan tutunuz da Başbakanlık Müsteşarlığı'na ve bakanlığa kadar bütün devlet görevlerimde gece gündüz çalışıp durdum. Çalışma hayatımda tek gün dahi izin kullanmadım. Eskiden bilgisayarlar yoktu; kocaman elektrikli hesap makinalarının başına oturur, yatırım dengelerini tutturmak için sabahlara kadar uğraşırdım.

Doyasıya bir gece dahi uyumadım. Devlet, millet ve vatan için birkaç saatlik uykudan fazlasının haram olduğunu düşünürdüm. Yakın arkadaşlarıma, 'Ölürsem mezarımın üstüne uykuya doyamadı yazarsınız' diye takılırdım.

Başbakanlık Müsteşarlığım sırasında, Başbakanlık'ta 24 saat mesai yapardık. Yorulanları eve gönderir, ben çalışmaya devam ederdim. Masanın üstündeki dosyalara başımı koyarak yarım saat şekerleme yapar, daha sonra yüzümü yıkayıp benzersiz budalalığımı sürdürürdüm.

Çocuklarımı doya doya sevemedim. Oğlum Mustafa doğduğunda 1970 Programının ve Bütçesinin hazırlık çalışmalarını yapıyorduk. Daire Başkanım Doç. Dr. Nevzat Yalçıntaş, beni toplantıdan çıkararak zorla hastaneye göndermişti. Millî Eğitim Bakanı'yken kızım Elif ilkokul öğrencisiydi. Bana mektup yazarak çok özlediğini ve randevu istediğini söylemişti.

Bürokrasi ve siyasetin akılsız adamı...

Kimileri bana 'uykusuz müsteşar' adını takıp uçup kaçtığımı söylerdi ama "Ne akılsız adam yahu!" şeklindeki fısıltılar, her gün yüzlerce telefon konuşmasıyla çınlayan kulaklarıma kadar gelirdi.

Üzerinde 'T.C. Hükümeti' yazan kurşun kalemleri, silgileri ve kağıtları, adeta okşar gibi incitmemeye çalışarak kullanırdım. Çocuklarım, devlet malına ellerini bile süremezlerdi. Plakaları kırmızı ve siyah renkli resmî arabalara bir defa dahi binmediler. Hilmi Özkök Paşa'nın, generallerin makam arabalarına sivil plaka takıp tatile gitmelerini yasaklayan emrini hem takdirle hem de gülümseyerek okudum. Sonra kendi çocuklarımı düşündüm.

Daha çok küçük yaşlardayken bir saat daha az uyuyup belediye otobüslerine ve okul servislerine binerek okula gittikleri zaman, bendeniz müsteşarlık ve bakanlık yapıyordum.

Bırakınız eşime araba tahsis etmeyi, evde devletin personelini çalıştırmayı; idarecilik ve siyaset hayatımda -birkaç aylık süre haricinde- lojmanda oturmadım. Koruma görevlisi de kullanmadım. Arabamın önünde ve arkasında fiyakalı eskortlar hiç bulunmadı.

Enayiliğin haddi hesabı yok ki...

Dedim ya, ben Türk bürokrasi ve siyaset tarihinin kaydettiği en ebleh kişiyim. Yaptığım enayiliklerin haddi hesabı yoktur. Hangisini itiraf etsem bilmem ki...

Mesela, bendeniz milletvekiliyken -birkaç zarurî toplantı dışında- Meclis lokantasında yemek yemezdim. Çünkü, burada çalışanlar kamu personeliydi ve çok ucuz olan yemekler milletin kesesinden subvanse ediliyordu. Sonra, çok beğendiğim halde, aynı gerekçelerle TBMM Sigarası da içmedim. Ceplerimde şıkır şıkır metal jetonlar dolu olarak dolaşır, özel görüşmelerimi kulisteki ankesörlü telefonlarla yapardım.

Hiçbir hediyeyi kabul etmez; ya reddeder veya demirbaşa kaydettirerek devlete intikal ettirirdim. Yıllarca üst yöneticilik, müsteşarlık, bakanlık yaptım; halen evimde bu dönemlere ait -bronz plaketler dışında- bir tek hatıra eşya göremezsiniz.

Bürokraside ve siyasette bulunduğum dönemde, makam odalarıma tek bir mobilya, halı ya da sandalye alınmamıştır. Muhatabının bıyık altından gülerek dinlediği, aptallık timsali bir lafım vardı: "Bu fukara millete ben hiç bu masrafı yaptırır mıyım?"

-Siyasete zengin girilir, fakir çıkılır

Bu başlığı yanlış okumadınız. Biz enayiler, devlet hizmetini ve siyaseti böyle anlıyoruz. Siyasî hayatımda önüme çıkan yüzlerce fırsatı teperek mal mülk edinmedim. Aksine, eşimin SSK kredisiyle aldığı Oran'daki daireyi satarak ANAP'taki Genel Başkanlık mücadelesinde; babamdan kalan Malatya'daki ev ile dedemden kalan Gaziantep'teki evin bana düşen hisselerini de YDP'nin kuruluşunda harcamak hamakatini gösterdim.

Bu arada, eşimin uzmanlığı ve alın teriyle hak ettiği 'Vakıflar Genel Müdürü' olarak tayin kararnamesini, yakın akrabamdır diye nasıl engellediğimi de unutmayayım.

-Sadece bununla kalsa neyse...

ANAP döneminde çıkarılan 'kıyak emekliliği', rahmetli Adnan Kahveci ile birlikte (Onun yaş durumu zaten uygun değildi) reddedip tek maaşa devam ettim. Başbakanlık Müsteşarı'yken merhum Özal'ın beni 'enayilik' ile itham etmesine aldırmayıp, milletvekili maaşlarının da buna göre ayarlanmasını gerekçe göstererek kendim için sözleşme yapmadım ve üç sene müddetle emrimdeki daire başkanlarından daha az maaş aldım.

Halen de, aleyhimdeki tazminat davalarının sebep olduğu hacizler yüzünden yıllardır emekli maaşımın dörtte biri kesiliyor. Bazı Yargıtay üyelerinden YÖK başkanlarına, rektörlere kadar birçok zevat, benim kırk yıllık emeğim karşılığında aldığım aylığımı paylaşıyorlar.

Şimdi söyleyiniz bakalım, benden daha enayisini gördünüz mü?!..

-'Bu kapıdan hırsızlar giremez'

YDP'yi kurdum ve Genel Merkez ile il binalarının kapısına, üzerinde 'Bu kapıdan hırsızlar giremez' yazılı tabelalar astırdım. Ne mi oldu? Kapılardan kimsecikler girmedi. Partinin ana sloganı 'Dürüstlük ve Fazilet Mücadelesi' idi. Lakin bir şeye yaramadı. Dağıtılan döner ekmekle arabesk türkücülere rağbet eden 'necip milletimiz', foyası artık iyice ortaya çıkan Uzan'ın Genç Partisi'ne verdiği yüzde 7,3'lük oya karşılık, çok sevdiğini söylediği ben fakîre yüzde 0,3 oranında oyu reva gördü.

Son girdiğim 1999 Genel Seçimleri'nde bana, "Anladık, iyisin, hoşsun, dürüstsün ama kendine faydan olmamış, bize ne verebilirsin ki?" dediler ve enayiliğimi tescil ettiler.

* * *

Sevgili okuyucularım, bu yazdıklarımı okuyup da sakın bütün bunlardan pişmanlık duyduğumu sanmayınız. Enayilik o kadar içime işlemiş ki, geriye dönüş mümkün olabilse, gene aynısını yapardım.

Üstelik enayilik bulaşıcıymış da... Yazdıktan sonra yazımı eşim Ülker'e okudum. "Geriye dönüş mümkün olabilse, ben de gene aynısını yapardım" demez mi?..

* * *

Takdiri ilahi karşısında diyecek söz; Allah mekanını cennet etsin, sevenlerinin de başı sağ olsun' dileğidir…