Bugünü de sayarsak 1 Nisana beş gün kaldı. 31 Mart akşamı kim kazanırsa kazansın, kim kaybederse kaybetsin 1 Nisan'da, kazanan da kaybeden de bu topraklarda yaşayacak. Aynı mahallede, aynı sokakta, aynı caddede kısacası aynı kentte ve aynı vatanda hem de bir arada. Selam vererek selam alarak, düğünde oynayıp cenazede ağlayarak ve aynı ezanı dinleyerek, aynı bayrağın gölgesinde aynı kıbleye dönerek bir arada yaşayacağız bu topraklarda, bu vatanda.

Demokratik bir yarışsa seçim, kırmadan, dökmeden, sövmeden, saymadan yürütülmeli kampanya denen süreç. Rakibi yererek, söverek değil kendini anlatarak, onun yapamadıklarını değil kendi yapacaklarını söyleyerek. Onun yapamadıkları lafı da yanlış anlaşılmaya, eğer bol vaatlerle kazanılmış bir makamda tam bir fiyasko halinde geçmiş, geçirilmiş yıllar varsa ve hele de kaynaklar har vurulup harman savrulmuşsa bunlar elbette anlatılacak, elbette eleştirilecek. Ama bir gerçeğe beş yalan eklemeden ve de adap ve edebi elden bırakmadan. Bir de, oy verenleri asla ve asla ötekileştirmeden.

Kaç mart, kaç mayıs, kaç kasım geçti bu ülkede seçimlerle dolu, kaçını kim hatırlar? Onlar unutuldu, bunlar da unutulacak ama ne kırılan gönüller kolay onarılır ne de ayrılan saflar yeniden kolaylıkla bir araya gelir. 1946'dan bu yana süren çok partili demokratik hayatımız hala o ilk yılların ayrışmasıyla şekillenir.

Benim gençlik ve olgunluk yıllarım darbeler dönemine denk gelir. 27 Mayıs darbesinde ortaokul ikinci sınıftaydım, 80 darbesinde ise üç çocuk babasıydım. Darbelere davetiye çıkaran sivil anlayışsızlıkla sivil gelişmeye ket vuran darbeler arasında sıkışmış ve maalesef harcanmış bir dönemdir bizim dönemimiz. Ders almadık ne yazık ki. Darbeler çağı artık kapandı diyordum ta 2000'li yılların başında. Aptal kalkışmaların kurmay kafasında yeri olmayacağını, hiç bir kurmayın dünya dengelerini ve çağın gelişimini göz ardı edemeyeceğini sanıyordum. Yanıldığımı 15 Temmuz gecesi gördüm. Ordumun, o destanlar tarihinin yazıcısı Türk ordusunun bir sinsi yapılanmanın aptal tuzağına düşeceği aklıma nasıl gelebilirdi ki?

Başa dönersek yine aynı lafı edeceğim; 'beş gün kaldı 1 Nisan'a' diyeceğim ve bu sefer açıktan yalvaracağım sevgili milletime onun siyasetçilerine: Ne olur kırmayın birbirinizi, ne olur düşürün ses tonunuzu, bırakın nefret ve hakaret dilini, dört gün, evet dört gün müddetle sadece sevgiden, dostluktan, kardeşlikten, bir olmaktan bahsedin. Çünkü 1 Nisan'dan itibaren dış dünyaya çevrilecek yüzümüz. Orada bizi bekleyen büyük sorunlar var…