Başbakan Ahmet Davutoğlu AB Zirvesi’nden bahsederken “Tarihi bir gün,
tarihi bir toplantı” demiş. İnternete girip “tarihi bir gün”
yazarsanız karşınıza tam 8.690.000 sonuç çıkar. “Tarihi gün”
söyleminin harcı âlem kullanımın bundan daha açık bir ifadesi
olmaz/olamaz.
Biz aynı ifadeyi zamanın yetkililerinden “AB Türkiye Ortaklık Müzakere
Belgesi nin imzalanmasının ardından 3 Ekim 2005’te de duymuştuk. Hem
de bugünkünden çok daha yüksek bir tonda ve hem de tekrar ve tekrar.
Hem de güpegündüz atılan havai fişeklerin patırtıları eşliğinde.
Bizim AB’ye üye olabilmemiz için tek tek görüşülüp kapatılması gereken
33 fasıl var. Bugüne kadar sadece bir fasıl -evet sadece bir fasıl-
kapatılmıştır. 10 yılda bir fasıl! Eğer diğer fasılların açılıp
kapatılması da aynı süreyi alırsa AB’ye girebilmemiz için tam 320 yıl
beklememiz gerekir. Kaldı ki bu da yetmez; bütün fasıllar açılıp
kapansa bile siyasi iradenin ve en sonunda da tek tek ülkelerin her
birinin halk oylaması sonunda vereceği kabul oyuna ihtiyaç var. Bir
ülkenin bile vetosu, bu maceranın hüsranla bitmesi için yeterli
olacaktır.
Biz, baştan beri Türkiye’nin AB macerasının iki yönlü bir kandırmaca
olduğunu hep söyledik ve yazdık. Biz girecekmişiz gibi yaptık onlar da
alacakmış gibi davrandı. Ne bizim girmek gibi bir düşüncemiz vardı ne
de onların almaya gönlü. Biz içeride yeterli meşruiyeti sağlayabilmek
ve o tarihlerde kimilerimizin düşman(!), en azından engel kabul ettiği
orduyu geriletebilmek için AB’nin desteği peşindeydik. Onlar da bize
dayattıkları tavizleri havuç politikasıyla bir an önce almanın
derdindeydi. Herkes alacağını aldı ve AB dosyası rafa kaldırıldı.
AB hülyasının yeniden canlandırılmasının altında bu sefer AB’nin karşı
karşıya kaldığı göç dalgasının Türkiye sınırları içinde durdurulması
planı var. Brüksel’deki zirve, bunun için yapıldı. Türkiye’ye verilecek
olan 3 milyar Avro “göçmen muhafızlığımızın/bakıcılığımızın” bedeli.
“Vize muafiyeti” söylemi ise bizi tuzağa düşürecek yem. Muafiyet sözü
demiyorum, söylemi diyorum; zira verilen bir söz yok. Eğer biz
belirlenen takvimde “Avrupa’ya Türkiye üzerinden giden yahut gittiği
varsayılan kaçakları/göçmenleri geri kabul anlaşmasını” imzalarsak
onlar da “vize muafiyeti” sağlanması konusunda rapor
hazırlayabilecek. Hazırlayacağız denmiyor, hazırlayabiliriz
deniyor. Bir taahhüt yok, bir muğlak söylem var.
Olayın bir başka yönü daha var; bu geri kabul anlaşması bizi AB’ye
almak için bir hazırlık değil, tam tersine almamak için müthiş bir
bahane. Şu anda 2,5 milyon civarındaki göçmenin çok büyük kısmının
kalıcı olduğu biliniyor. Geri kabulle birlikte bu sayının 3,5 milyonu
geçmesi söz konusu. Bir de Suriye’den beklenen yeni göç dalgası ve her
yıl doğan ve doğacak olan 250 bin civarındaki çocukları da hesaba
katarsak bu yapıyla bizim AB’ye girmemiz söz konusu olabilir mi? Elbet
söz konusu olamaz; zira AB aptal değil.
Kısacası önceki gün Avrupa’da bir tarihi gün yaşanmamıştır; sıradan
bir gün, hatta kara bir gün yaşanmıştır ve ne yazık ki bu yenilgiden
de bir galibiyet öyküsü çıkarılacak ve biz bir süre de bu öyküyle
avunacağız.