ŞEHİT ANALARI EN ÇOK BUGÜN AĞLAR…

Eskiler 'mayıs soğuğu' derlerdi ya… Öyle bir sabaha uyandı Halime Teyze.

Odasının çatlak penceresinden baktı, yağmur yüklü hüzünlü bulutlarla yüzleşti.

Sonra döndü, badanası eskimiş duvara kör bir çiviyle tutturulmuş takvimin yaprağını yırttı. Mayıs ayının ikinci pazarıydı bugün. 'Anneler günü' yazıyordu takvimin üzerinde.

Feri sönmüş kara gözleriyle bir müddet, öylece bakakaldı takvime…

Kahvaltı yapmak gelmiyordu içinden. Elbise dolabını açtı gıcırtıyla. Özenle sakladığı bayramlık kıyafetini giydi, sadece özel bir yere giderken giydiği ayakkabılarını geçirdi ayağına. Kendini sokağa attı.

Kentin arka mahallelerinde oturuyordu Halime Teyze. Tek katlı bir gecekonduda, kocası vefat ettiğinden beri tek başına yaşıyordu. Bağ-Kur emeklisi olan rahmetliden kalan dul maaşı ve altı ay evvel milletin bekası için feda ettiği oğlundan kalan şehit aylığı ile geçimini sağlıyordu.

Yaşlı kadının karşı kaldırımdan, başı önde yürüdüğünü gören mahallenin manavı, hemen yanındaki dükkanın önüne havluları asan berbere 'Görüyor musun Halime Ablayı…' diye fısıldadı. 'Gene aynı yere gidiyor, besbelli…'

'Sorma be abi… Allah yardım etsin kadıncağıza.'

Esnafların ne konuştuklarını duymamıştı, yavaş adımlarla sokağın köşesini döndü. Şehrin gürültüsü içinde kendisiyle baş başa yürümeye devam etti. Birkaç sokak ötede, hafif esen rüzgarın önünde salınan servi ağaçlarıyla çevrili mezarlığın porta kapısına kadar geldi. İçinden Yasin okuyarak daldı kapıdan.

Kocasının mezarında hatıl yoktu. Yazıları silinmeye yüz tutmuş eski bir taş vardı başucunda, o kadar. 'Sana gene uğrarım Mahmut Efendi…' diye iç geçirdi. 'Ama bugün oğlumuzu özledim.'

Mezarlığın bir köşesi, şehit mezarları için ayrılmıştı. Halime Teyze, sessiz sedasız sokuldu mezarlardan birine. Başucunda Mehmet yazıyordu. Oğlunun adı… Babasının aksine, gösterişli bir hatılı vardı Mehmet'in. Devlet, vazifesini yapmıştı onun için!

Çöktü başucuna. Toprağını okşadı. Kıyıda köşede biten otları yoldu. Zamanın içinde kaybolmuş gibi hissediyordu kendisini. Bebekliğini hatırladı evladının. Günler geceler boyu süt verdiği, ninnilerle uyutup gözlerinin içine nur akıttığı yılları… Yemeyip yedirdiği, içmeyip içirdiği, gezmeyip okuttuğu çağlarını…

Polislik sınavını kazandığında yalvarmıştı Mehmet'e… 'Gitme oğul, ben sana çocukken oyuncak silah bile almazdım. Sana göre değil bu vurdulu kırdılı meslekler…' demişti.

Lakin yeni ölmüştü Mehmet'in babası. 'Gitmeyeyim de ne yapalım anacığım? İş yok, güç yok… Taş mı yiyeceğiz?' cevabını verince ses edememişti.

Şırnak'a gideli bir sene olmuştu ki orada tanıştığı bir hemşire kızcağızla nişanlanmıştı. Yuvasını kuracak diye sevinirken gelmişti, acı haber. Bir akşam karakol önünde nöbetteyken patlatılan bomba yüklü bir araç… Kalleşlerden gelen kalleşçe bir ölüm…

Koklamaya doyamadan vermişti gencecik oğlunu toprağa. Bir şehit anasıydı artık Halime Teyzecik.

Her sene Anneler Günü'nde ne yapıp edip bir hediye verirdi Mehmet, ona. Bir tülbent, bir terlik, olmadı birkaç metre elbiselik kumaş…

Geçen sene ta Şırnak'tan kargoyla göndermişti hediyesini: Gül kokulu bir parfüm… Eli para görünce kendince kıymetli bir şey almak istemişti delikanlı, anacığına…

Parfüm şişesi tam bitmişti ki şehadet haberini almıştı evladının. Bilseydi bir damlasını harcar mıydı? Koklayıp hatırlardı, gül kokulu evladını.

Tam 'Anneler Günü hediyesi almadığım ilk sene' diye hayıflanırken birden mezarın üstündeki gül ağacında açan biricik goncayı fark etti. Kış biterken, yağmurlu bir gün toprağına sokmuştu bu gül dalını. Tuttuğuna hem şaşırmış hem de sevinmişti. Ama ilk seneden gül vereceğini düşünmemişti hiç…

Oğlunun mezarının üstünde gülümseyen gül goncasına dokundu, okşayarak sevdi onu. Sonra sapını kırdı, eline alıp kokladı. Tıpkı geçen sene Mehmet'in hediye ettiği parfüm gibi kokuyordu.

Gömleğinin yakasına sokuşturdu.

Oğlu, bu sene de Anneler Günü'nü atlamamıştı.

***************************

YEDİ BAŞLI CANAVARLARIN SOYU TÜKENDİ Mİ?

Şimdiki gençler, Arap menkıbeleriyle büyüdükleri için pek bilmezler: Bizim milletin kendine ait masalları vardır. O masallarda, ellerinde mızrakla yedi başlı ejderhaları öldüren yiğitlerden bahsedilir.

Masal deyip geçmeyin, O canavarların da, canavarlarla savaşan delikanlıların da Türk milletinin benliğinde temsili bir yeri vardır aslında.

Yedi başlı canavar, Türklerin başından tarihin hiçbir döneminde eksik olmayan tehlikeli düşmanları sembolize eder. Göktürkler için Çin Hanedanları, Hunlar için Vandallar, Oğuz boyları için Moğollar, Osmanlı Türkleri için Haçlılar…

Canavarla tek başına savaşan cengaver ise, Türk milletinin bekası için ölümü dahi göze alan Türkçülerden başkası değildir.

Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde yeniden zuhur eden yedi başlı canavar, Trablusgarp, Balkanlar, Filistin, Irak ve Yemen cephelerinde Türklük bilincine kast ettikten sonra, nihayet Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu topraklarında yok edilmiştir.

Lakin Türklerin başından yedi başlı canavarlar hiç eksik olmadığı gibi evvel Allah, bu milletin cengaverleri de hiç eksik olmaz.

Bugün, Kilis'e düşen roketler, Güneydoğu kentlerimizde açılan hendekler, büyük kentlerimizde patlayan canlı bombalar ve her gün toprağa düşen gencecik şehitlerimiz, işte o yedi başlı canavarın işi…

Bize düşen ise geçmişte ecdadın yaptığı gibi o yedi başlı canavara karşı savaşmak…

*****************

SANAL ÂLEMCİ

Efendim, Samsun'da yaşıyor ve biraz da sanat çevrelerine girip çıkıyorsanız 'Âşık Obalı' ismini duymuşsunuzdur.

Samsun'un yetiştirdiği en değerli sanat adamlarından birisi olan Obalı, Giresun Üniversitesi'nin düzenlediği Türk Dünyası 5. Âşıklar Şöleni'ne katıldı.

Kendi paylaştığı bu fotoğrafta Âşık Obalı, her zamanki gibi Karadenizli kostümü içinde… Yanındaki ise Çin'in Uygur özerk bölgesinin tanınmış aşıklarından Abdurrahim Heyit…

Bilmeyenler için söyleyelim, 'O dedi, yohyoh' isimli Uygur türküsünü Heyit'ten dinleyince damarlarınızda dolaşan asil kanın kaynadığını hissedersiniz!