Liberalizmin fikir babası kabul edilen 17. yüzyıl İngiliz filozofu John Locke, Avrupa'nın Ortaçağ taassubundan kurtulmaya çalıştığı yıllarda 'her insana mülkiyet edinme hakkı' diye yola çıktığında; ne kadar öngörebilmişti bilemeyiz. Ancak İskoç düşünür Adam Smith ve Alman ekonomist MaxWeber'in 'Görünmez bir el tarafından yönetilen ekonomi' metaforunu geliştirmesiyle, başlangıçta insan haklarına dayanan özgürlükçü fikirler, zaman içinde önce 'neo liberalizm', sonra da 'kapitalizm' denen sistemleri yarattı.

Erken dönemde 'insan' için öngörülen serbest dolaşım, mülk edinme gibi bireysel hak talepler, kilimin altına süpürüldü. Yerine aynı kavramlar 'para' için istenmeye başladı. Paranın serbest dolaşımı, sermaye ve finansmanın tüm dünya pazarlarına özgürce girip çıkması için 'sermaye piyasası' ve 'menkul kıymetler borsası' gibi kurumlar oluşturuldu.

İkinci Dünya Savaşı sonrası 'kapitalist blok'a karşı direnen 'sosyalist blok' ise 1990'larda önce ekonomik sonra da siyasal olarak dağıldı. Ortaya çıkan tek kutuplu ekonomik modelin adı, 'globalizm' ya da Türkçesi ile 'küreselleşme' diye servis edilse de esasında ortaya çıkan fiili durum, devletler üstü dev sermaye gruplarının dünyayı ele geçirmeleri oldu. Bir tür 'neo emperyalizm' dalgası dünyayı sardı.

Devletlerin ve milletlerin karşısına klasik savaş teknikleriyle değil, tarihte örneğine pek rastlanmayan 'ekonomik işgal' yöntemiyle çıkan yeni emperyalist sistemin gözle görünen sonucu, serbest gezen uluslararası sermayenin yarattığı çarpık gelir dağılımı oldu: Bir yanda devletlerden daha zengin ve devletlere borç para vererek milletleri soyan global tröstler ortaya çıkarken, öte yanda günlük iaşelerini karşılamaktan bile uzak milyonlarca insanın yaşadığı dramlar…

Tek gayeleri daha çok zenginleşmek olan bu tröstler, pazarlama maliyetlerini azaltabilmek için insanları biraraya toplama yoluna gitti. Önceleri büyük alışveriş merkezleri açarak yürütülen bu strateji, gittikçe insanları köy ve kasabalarından ayırıp büyükşehirlerde yaşamaya mecbur etmeye kadar vardı.

Bundan bir asır önce dünyada nüfusu birkaç milyonu geçen metropol sayısı, iki elin parmaklarını geçmezken şimdilerde yüzün üstünde devasa şehir ortaya çıktı. Buna karşın köylerde ve kırsalda yaşayan nüfus çok azaldı. Dünyayı yöneten tröstler, karşılarında güçlü imparatorluklar, büyük devletler de istemiyorlardı. 1900 yılında dünyada sadece 52 devlet vardı. Bunlardan en büyük on tanesinden 6-7 tanesi de geleneksel imparatorluklardı. Aradan geçen 115 yılda bu imparatorluklar dağıldı, devletler parçalandı, dünyadaki devlet sayısı neredeyse 200'ü buldu.

Yakın geçmişte Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Çekoslovakya gibi ülkeleri parçalayan bu güçler, şu günlerde Ukrayna, Libya, Yemen, Sudan, Irak ve Suriye'ye pençelerini atmış durumda.

Uluslararası güçlerin operasyonlarının mağduru olan bu ülkelerin ortak özelliği, kendi milli tarih ve kültürlerinin, bölünmeye göğüs gerecek değerleri üretmekten yoksun olmasıdır. Örneğin Doğu Bloku çökerken Yugoslavya, Sovyetler Birliği ve Çekoslavakya'nın başına gelenler, milli kültürel derinliği daha sağlam olan Polonya ve Macaristan'ın başına gelmemiştir.

Yaşayabilmek için sıcak para akışına ve pazarlama döngüsüne muhtaç olan kapitalist sistem, önümüzdeki yüz yıl boyunca dünyayı daha küçük devletlere ayırmak için mücadelesini sürdürmekten geri durmayacaktır. Sıra, milli kimlik ve milli kültürleri tarihin derinliklerine kadar inen köklerle beslenen Türkiye gibi başka ülkelere gelmektedir.Son yıllarda yoğunlaşan silahlı terör ve sosyoekonomik izolasyon, bu tehlikenin yaklaşan ayak sesleridir.

Türk milleti, bu neo emperyalist saldırı karşısında kendi kültürüne ve değerlerine sımsıkı sarılmalı; siyaset dünyası da koltuk sevdası uğruna milleti kutuplaştırma siyasetinden derhal vazgeçmelidir.

Aksi, Türkiye'nin Yugoslavyalaşması, Suriyeleşmesi, Iraklaşması demektir ki vebali çok ağır olur…

********************

FISILTI GASTESİ

Sonseray Şıkrak, Oslo'daki kızının dönüşünü dört gözle bekliyormuş.

Ayhan Cengiz'in dördüncü torunu olmuş…

Ziba Akıncı, Ramazanda kendisini bahçe işlerine vermiş.

Yavuz Yazgan, 'en esprili ülkücü' ödülüne aday gösterilmiş.

Muradiye Ergin, 'kadın gazeteciler kurulu' oluşturuyormuş.

Harun Çelik'e Trabzon Valiliği tarafından 'Samsun fahri konsolosu' unvanı verilecekmiş.

******************

SANAL ÂLEMCİ

Genç arkadaşımız Batuhan Kayış'ı, Samulaş Genel Müdürü olduğum yıllardan beri tanırım. Bir mühendiste olması gereken matematik zekaya fazlasıyla sahiptir; ama sadece çok iyi mühendislerde bulunan 'gönül zenginliği' gibi ona ayrı değer katan özel bir vasfı daha vardır.

Devlet memuru olmak adına Samulaş'tan ayrılıp 'Orman Bakanlığı' bünyesinde inşaat mühendisi olarak çalışmayı tercih eden Sevgili Batuhan, sosyal medya hesabından paylaştığı bu fotoğrafı ile farkını bir kere daha ortaya koymuş…

Batuhan kardeşim, Terme Gölyazı'da anasız kalmış minik bir karaca yavrusuna biberonla süt veriyor…

Yaban hayatına nasıl zarar vereceğini hesaplayan kimirantçı meslektaşlarına kapak olsun bu fotoğraf…