Üç kıtanın birleşme noktasında bulunan, yaşadığımız Anadolu topraklarının tarihi incelendiği zaman görüleceği üzere, bu coğrafyadan birçok kavimler gelip, geçmiş ve devletler kurmuş olmalarına karşı, Türkler kadar uzun süre hükümran olarak kalamamışlardır. Gerek Selçuklular ve gerekse Osmanlılar döneminde de bu topraklara göz dikenler çok olmuştur. Özellikle, Yeni Çağda Avrupa'nın uyanışı ile birlikte, başta papalık olmak üzere, kendilerini Hristiyanlığın temsilcisi kabul eden Batı, Türkleri ilk önce Avrupa'dan atmak ve sonra da Anadolu'da yok etme planları üzerinde durmaya başlamışlardır. Osmanlı Devleti'nin zayıflamaya başlaması ile birlikte, 18. yüzyılda başlayan bu planların ilk etabı Sevr ile sonuçlanmıştır. Yalnız, burada hesaplayamadıkları husus, bu milletin en zor şartlarda yaratacağı mucizeleri görememiş olmalarıdır. Üzerinde çok eleştiriler olmasına karşılık, Lozan büyük bir başarıdır ve Anadolu'dan atılmak istenen Türklerin yeni bir mucizeyi ortaya koymaları sonucu ile, Sevr yırtılmıştır. Bugün Misak-i Milli sınırları ile ilgili olarak, Lozan Anlaşmasının bir başarı olmadığı ileri sürülmekle birlikte; şurası açıktır ki, böyle anlaşmalarda, kazandığınız zafere karşılık elinizin ne kadar kuvvetli olduğuna bağlı olarak, durum ortaya çıkmaktadır. Misak-ı Milli, Erzurum ve Sivas kongrelerinde gündeme gelmiş; 28 Ocak 1920 tarihinde Meclisi Mebusan tarafından da kabul edilmiştir. Misak-ı Millinin Osmanlı Meclisi Mebusanında kabul edilerek, daha öncesinde Paris konferansına sunulduğuna dair bilgiler bulunmakla birlikte; bu konferanstan Misak-ı Milli ile ilgili bir karar çıkmamıştır. Şunu açıkça ifade etmek gerekir ise, Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesi ile birlikte (30 Ekim 1918) imzalanan Mondros Ateşkes anlaşması ile birlikte, Osmanlıların İdaresi altındaki topraklar Misak-ı Milli'ye mehaz olmaktadır. Yalnız bunun bir realite olmadığı da açıktır. İngilizler bu alanlardan çekilmemişler ve muhtelif vesilelerle isyanlar çıkarmışlardır.

Ortadoğu tarihi süreç içinde karışıklıkların olduğu bir alandır. M. Kemal Atatürk, büyük bir stratejist olarak, Cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra, komşuları ve dünyadaki önemli devletlerle barış antlaşmaları yaparak, ülkemizin geleceğini garanti altına alma çabaları içinde bulunmuştur. Balkan Paktı ve Sadabat Paktı, doğu ve batı sınırlarımızı garanti alan antlaşmalardır. Bunun yanında dünyadaki diğer devletler arasında temsil edilme bakımından, Birleşmiş Milletler'e davet edilerek, bu kuruluşun üyesi olunmuştur. Şu anda ülkemiz gerek Doğu ve gerekse Batıdaki ülkelerle bir birlik içinde bulunmamakta, yalnızlık içindedir. Her ne kadar NATO üyesi olmakla birlikte, son yıllardaki dış politikaların iyi yürütülmemesiyle, bu kuruluşun en güçlü üyeleri, yani ABD ve AB ile ülkemiz arasındaki ilişkiler hiç de iyi durumda değildir. Elbette, bu ülkeler ile aramızın düzelmesi için, onların önünde eğilecek değiliz, fakat içinde bulunduğumuz coğrafyanın zorluklarına karşılık olarak, bunları avantaja çevirme durumunu da yakalayabilmemiz gerekmektedir. Sevr anlaşmasından sonra ülkemizi parça parça yapmak isteyen akbabalar yine işbaşındadır. Bu devletlere Türkün geçek gücünü gösterme zamanıdır. Elbette bir gün ilahi adalet tecelli edecektir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, M. Kemal Atatürk'ün ölümünün 78. yılında onu ne kadar özlediğimiz ve ona ne kadar ihtiyacımız olduğu ortadadır. Ona ve istiklal mücadelemizde kanlarını döken şehitlerimize rahmetler dilerim, makamları cennet olsun. Saygılarımla.