Lafı döndürmeye gerek yok… Bu satırları yazarken Amerikan doları 3,25 TL duvarını delmişti. TÜİK verilerine bakarsanız işsizlik temmuz ayı itibarı ile yüzde 10'un üstüne çıkmış… Eylül ayı sanayi üretim endeksi % 3'ün üzerinde düşmüş… Özel sektörün çok önemli bir döviz borcu stoku olduğu söyleniyor. Kamunun dış borcu ve döviz rezervleri fena görünmüyor; ama kamu bankalarının dış borçlanmaları ve belli garantilerle yaptırılan köprü, otoyol ve diğer ulaşım yatırımlarında istenen sayılara ulaşılamadığı için yüklenicilere ödenen döviz cinsinden paralar hesaba katılırsa, o cenahta da işler pek yolunda değil gibi…

Esasında ekonomist olmaya da lüzum yok. Özel sektörün istihdam kalitesinin ve gücünün düştüğü, işsizliğin sadece gençlerde değil orta yaş gruplarında da arttığı, esnafların kepenk indirdiği, belediyelerin yüklenicilere ödeme yapmakta zorlandıkları, ekonomik sıkıntıların sosyal olayları artırdığı gözle görülüyor.

Hepimiz aynı gemideyiz… Hayat tarzlarımız, tarih okumalarımız, yarınlardan ümitlerimiz, siyasi fikirlerimiz tamamen farklı olabilir. Ama bu ülkeyi hepimiz aynı derecede çok seviyoruz. Haliyle çekilen ekonomik sıkıntılar hepimizin canını acıtıyor.

Çözüm, milli ekonomiyi yeniden yapılandırmaktan geçiyor. Daha fazla ve daha nitelikli üretim yapmalıyız. Enerjideki dışa bağımlılığımızı yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelerek azaltmalıyız. Eğitim, istihdam ve teşvik politikalarımızı bilimsel ölçütlere göre yeniden düzenlemeliyiz. Kamuda seçkin ve yetenekli yöneticiler çalıştırmalı, liyakatten ödün vermemeliyiz.

Hepsinden önemlisi, dahili ve harici ilişkilerimizde sükûneti tesis etmek zorundayız… Sermaye, serçe misali… Bu kadar gürültü çıkan bir ülkede serçe yuvası mı kalır?

ÖTEKİLEŞTİREBİLEMEDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ?

Türk siyasetçisi, rakiplerine laf çakmayı pek sever; bizim millet de sesi gür çıkan, üst perdeden konuşan siyasetçiden hoşlanır…

Bu dün de böyleydi, sadece bugüne ait bir tarz değil… Rahmetli Demirel'in, Özal'ın, Türkeş'in, Erbakan'ın ve diğerlerinin kürsülerden siyasi rakiplerine yetiştirdiği laflar, hafızalarımızda duruyor. Haliyle günümüz siyasetçilerinin 'rakibe sataşma ve çemkirme' içeren konuşmalarını yadırgamamak lazım.

'Geçmişten bu yana hiç mi değişen bir şey yok' derseniz, elbette var: Eskiden ülkemizi yönetenler, dış politika söz konusu olduğunda diplomasi dilinden ödün vermiyor; ahali de bunu devlet adamlığının bir göstergesi sayıyordu. Oysa şimdilerde bütün dünyaya meydan okuyan, uluslararası kurumlara ayar veren, mikrofonların önünde yabancı devlet adamlarını fırçalayanlar revaçta… Hani Balgat deyimiyle 'alayına' gider yapmayanı siyasetçiden saymıyor millet…

Laf aramızda bu tarz, bizim gibi milliyetçi ekolden gelenlerin de hoşuna gidiyor. Sayın Cumhurbaşkanı, Irak devlet başkanına ekşidikçe, Sayın Başbakan ya da Dışişleri Bakanı, Avrupa Birliği'ni sıygaya çektikçe dudaklarımıza bir memnuniyet kıvrımı oturuyor.

Peki, milletçe gururumuzu okşayan bu siyaset yapma tarzı, dışarıdan nasıl okunuyor? Daha da önemlisi, durmadan çıkıştığımız yabancılar, bilhassa Batılılar, bizim bu gayri diplomatik tarzımızdan ne kadar rahatsız oluyorlar?

Bu suallere ben de kısa süre öncesine kadar 'Bana ne Batılılardan, ben bildiğimiz okurum kardeşim' diye özetleyebileceğimiz düşünce kalıbıyla yanıt verenlerdendim. Lakin geçtiğimiz gün Türk Ocakları Samsun Şubesi'nin Öğretmenevi'nde düzenlediği geleneksel konferansı dinlerken içime bir kurt düşüverdi.

Kürsüde Ege Üniversitesi'nden Prof. Dr. Nadim Macit vardı. Konuşmasının bir yerinde, soğuk savaş yılları bittikten sonra Batılıların kendilerine 'başka bir öteki' aradıklarını anlatıyordu. Sovyet Rusya'ya bağlı komünist rejimlerin tarihe karışmasından sonra tabii olarak başlangıçta Çin komünizmini hedef seçmişlerdi. Lakin Çin devlet aklı, bu tehdidi okumuş, Batıya 'kazan – kazan' teklifiyle gitmişti. Batılılar, Çin'e sermaye ve teknoloji getirecekler, Çinliler de onlara ucuz iş gücü ve kirli sanayi tesisleri için bedava arazi temin edeceklerdi. Böylece Çin, paranın serbest dolaşımına izin veren ama bunun dışında her şeyin yasak olduğu bir tür kızıl liberalizmle yönetilecek, bir yandan da Batının değirmenlerine su akıtmaya devam edecekti.

Bu durumda Batıya yeni bir öteki lazımdı… Onları pek fazla yormayacak, kaynaklarını tüketmeyecek yeni bir düşman blok… Silah sanayilerinin beslenmesini ve kendi halklarının motivasyonunu sağlayacak bir öcü…

İslam dünyası bunun için idealdi. Çatışmayı seviyorlardı. Üstelik Batı dünyasının hafızasında kötü hatıralarla anılıyorlardı. Bundan iyisi 'Şam'da kayısı' idi…

Lakin önemli bir sorun vardı: İslam dünyası fazlasıyla pasifize idi… İçine kapanmışlardı. Bazıları petrolle geçimlerini sağlıyor, ekseri çağdışı rejimlerce yönetiliyordu. Üretim yoktu. Bilim bu coğrafyalara uzaktı. Türkiye ve biraz da Cezayir dışında Batı dünyasıyla kayda değer ilişkiler kuramamışlardı. Bu halleriyle Müslüman dünyasının bir tehdit olduğuna Batı kamuoyunun ikna edilmesi zor görünüyordu.

Nitekim Irak lideri Saddam Hüseyin'i tahrik ederek başlattıkları Körfez Savaşı ve ardından Irak'ın işgali sürecinde Batı kamuoyu, bu operasyonlara beklenen desteği vermemişti. Refaha ve rahata alışık Batı toplumları, evlatlarını Ortadoğu'ya göndermek istemiyordu. Atlantik'in iki yanındaki ülkelerin vatandaşları, İslam dünyasından bir tehdit algılamıyordu…

Emperyalistler, bu sorunun çaresini de bulmakta gecikmediler. Radikal İslamcı görünümlü terör örgütleri üretip Batılıları korkutacaklardı. Suudi Arabistan sermayesi üzerinden besleyip büyüttükleri El Kaide örgütü, 11 Eylül 2001'de ABD'nin meşhur ikiz kulelerini çökertince, aranan düşman Batı kamuoyunun önünde arzı endam etmişti işte: İslam!

El Kaide'yi bahane ederek önce Afganistan – Pakistan ve Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap sermayesinin üzerine çöken ABD, son kullanma tarihi geçince bu örgütü sessiz sedasız yok etti. Yerine, Suriye, Irak, Libya gibi ülkeleri karıştırmak üzere IŞİD diye yeni bir laboratuvar örgüt üretti. Fransa başta olmak üzere bazı Batı ülkelerinde şok edici eylemler düzenleyen bu örgüt, New York'tan Berlin'e, Roma'dan Londra'ya kadar bütün Batılı kentlerde korku yarattı.

Sonrası malum… Önce bu örgütleri Truva atı gibi kullanarak Libya, Suriye ve Irak'ın milli otoritesini zaafa uğrattılar, sonra da kendi beslediği teröristlerden arındırmak bahanesiyle fiili müdahale yoluna başvurdular. Bir yandan da milyonlarca Müslüman göçmeni Avrupa kapılarına dayayıp bir kez daha kendi milletlerini İslam tehlikesine inandırdılar.

Kısaca özetlersek, Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra kendisine bir öteki arayan emperyalist ABD, son yirmi yıldır İslam dünyasını kendine hedef seçmiş durumda. Bunun için laboratuvar koşullarında yapay Fanatik İslamcı örgütler kurup kendi kamuoylarını 'İslam tehlikesine karşı' tetikliyorlar. Ardından da bu örgütleri vurmak bahanesiyle İslam coğrafyasını tarumar ediyorlar.

Hal böyleyken, bizim siyasilerin Batılı ülkelere karşı seslerini yükseltmelerinin Emperyalist Batıda politika yapıcıların nasıl hoşuna gittiğini hissettikçe irkildim. Türk devlet adamları, Avrupa Birliği ve diğer Batılı kurum, kuruluş ve ülke liderlerine saydırdıkça bizim gururumuz okşanıyor… Batı toplumları ise zaten bilinçaltında yaşattıkları Türk ve Müslüman korkusunu yeniden hatırlıyorlar.

'İslam dünyasını ötekileştirme' çabası içindeki 'derin Batı' ise bu duruma kıs kıs gülüyor olmalı… Ankara, 'ötekileştirme' tuzağına kendi ayaklarıyla düşüyor…