Kimilerinin düşüncelerinin aksine, Türklerin Batıya yönelmeleri, Cumhuriyetin ilanından çok önce olmuştur. Osmanlıda toprak kaybı ile birlikte gerilemenin ortaya çıkışı ile birlikte, 18. yüzyılın başından itibaren, başta Osmanlı padişahları olmak üzere, birçok düşünür Batıya yönelmeyi gaye edinmişlerdir. Elbette, ilk başta ordunun yenileşmesi, diğer bir deyişle askeri olarak Batıya yönelme, daha sonra da eğitimde kendini göstermiş ve bu meyanda Batı esaslı olmak üzere, okulların açıldığını görüyoruz. Tüm bu yenileşme hareketleri, bir makalenin içerisinde anlatılamayacak kadar uzun bir geçmişe sahip olduğu için bunları bir tarafa bırakarak, ülkemiz için Batının niçin önemli olduğu üzerinde bilgiler vermek isterim. Rönesans (yeniden doğuş) terimi, ilk olarak, Floransa-İtalyan Giorgio Vasari (1511-1572) tarafından kullanılmıştır. Klasik Antikite (eski Yunan ve Roma eserleri incelenerek), sanat, bilim, felsefe, mimarlık da ve esas olarak insan hakları (hümanizm) üzerinde yoğunlaşan ve matbaa ile bilginin geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan radikal bir değişimdir. Elbette Batı burada yazdığım gibi bu değişimi kolaylıkla kazanmamış ve her yeni buluşun şeytan icadı diye engizisyon mahkemesi kararlarına göre yargılama sonunda yakılarak idamların olduğu bir dönemden geçmiştir. Bunun en güzel örneğini, Galileo Galilei (1564-1642)'in yargılamasında görmekteyiz. Kısaca özetlediğimiz gibi, buradan da görüleceği üzere, Batının 5 asır süren bu değişikliklerle, çok iyi bilimsel ve hümanizm birikimi bulunmaktadır. Bugünkü AB'nin müktesebatındaki birikim, buradan kaynaklandığı için de çok önemlidir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 3 yıldan fazla süren Batı ile mücadelesinden sonra yönünü Batıya doğru çevirmesinin nedeni, Batıdaki birikimdir. Daha önce de üzerinde durduğum gibi, M. Kemal Atatürk'ten çok önce, Osmanlılar da bu birikimi görmüş ve birçok ıslahat ve yenileşme hareketlerinde, Batıyı örnek almışlardır. Kısaca özetleyecek olur isek, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi olarak, 3 asırdan fazla süreç içinde Batı ile entegre olduğumuz ortaya çıkmaktadır.

1963 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık anlaşması imzalayan ülkemiz; 1987 yılında tam üyeliğe başvurması ile AB ile ilişkileri başlamış oldu. 1999 yılında AB üyeleri tarafından aday olarak kabul edilen ülkemiz; 2005 yılında tam üyelik müzakerelerine başlamış bulunmaktadır. Aradan geçen 11 yıllık süreç içinde, AB müktesebatı ile ilgili birçok maddeler açılmış ve birçoklarında ise epeyi yol alınmıştır. Yalnız, 15 Temmuz darbe harekatı ile birlikte, OHAL kararları, idamın gündeme gelmesi ve Batıya göre haksız bazı tutuklamalar dolayısıyla AB ile Türkiye ilişkileri giderek kötü duruma gelmiştir. Bunların durdurulmasını AB, Türkiye'den istemiş ve Türkiye ise bu istekleri, içişlerine müdahale olarak kabul etmiştir.

Avrupa Birliği ülkelerindeki felsefi düşünce ile ülkemizdeki düşünceler arasında çok büyük farklılık bulunmaktadır. Elbette, bunda Hristiyanca düşünce oldukça etkilidir. Her ne kadar Avrupa'da reform ile birlikte, dinin etkisini üzerinden attığı gibi bir görünüş olmakla birlikte, bundan vareste saymak mümkün değildir. Bu bakımdan, AB'ye girecek ilk Müslüman ülke olarak, Türkiye'nin böyle problemlerle karşılaşması da olağandır. Bunun yanında, ABD dahil, AB'nin Ortadoğu'da yürüte geldikleri politikalar açıktır. Ticareti, turizmi, ithalatı, ihracatı, eğitimi ile batıya bağlı bir ülkemizin bunlardan kurtulması mümkün değildir. 80 yıldan fazla NATO geçmişi olan ülkemize, Şanghay İşbirliği örgütü alternatif olamaz. Saygılarımla.