Mevlana'ya sorarlar, "O kadar yazar, o kadar okursun ne bilirsin" diye. Mevlana da şu cevabı verir: "Haddimi bilirim"...
"Had", Türk Dil Kurumu Sözlüğü'nde,
sınır-uç olarak
ifade edilen ve
bir anlamda da durulması gereken
yerdir...
Haddini bilmek;
boyun eğmişlik ya da sinmişlik değildir...
Aksine, insanın yeteneklerini, ölçüsünü
ve neler yapabileceğini
bilmesidir...
Ne var ki,
bu memlekette
haddini bilmeyi,
boyun eğmişlik
sananlar
vardır...
Bunlar, toplumda
çalışarak kazanma,
bilgi ve beceriyle
makamlarda yükselme
ve başarının da
mutlaka karşılığının
olacağı inancına
büyük sekte vuran
çapsızlardır...
Hayatın her alanında
bunların sesinin
çok çıkması,
sayıca üstün oldukları
anlamına
gelmemelidir...
Arlı, arından
çekinmektedir...
Bir insan, kendini sorgulayıp,
bilgi ve yeteneğinin
sınırlarını
biliyorsa; mesele yoktur...
Fıtratında var olanı; okul, aile ve çevre
üçgeninde geliştiren insanlar,
haddini bilir...
Çünkü, onlar nereden
geldiklerinin farkındadır...
Kazanılan değerlerinde
emek ve alın teri vardır...
Haddini bilmeyenler
her yerde...
Hem kamuda hem de
özel sektörde...
Kamudakilerin
bulundukları
makamlara
nasıl geldiği
bilindiği için
toplum bu durumu
kanıksamıştır...
Liyakat yani yakışma ve
yeterlikten çok,
siyasi tercih
söz konusudur...
Onlar geldikleri gibi gider...
Kanıksama da
o yüzdendir...
Haddini
bilmezler,
maalesef özel sektöre de
sızmıştır...
Bilgi sahibi olmadan
fikir sahibi olan bu
"eyyamcı" takımı,
yönetici kadrolara
getirildiklerinde,
bir süre sonra
foyaları ortaya çıkar,
boyaları da dökülür...
Ancak, onların
kuruma verdiği tahribatı
düzeltmek ise
kabiliyeti,
bilgisi ve birikimiyle
dürüstlükle çalışanlara
düşer...
Ancak, sürecin
kasadaki çürük domates misalinde
olduğu
gibi zamanla
büyük çoğunluğa
zarar verdiği
gerçeği ötelendiğinde,
çürüğün kokusu
herkesi rahatsız edecektir...
Mevlana ile başlamıştık,
onun öyküsüyle bitirelim:
"Fare, bir devenin yularına yapışmış, onunla birlikte gidiyordu. Gidiyordu ya gurur ve kibri de kendisiyle birlikte gidiyordu.
Deve, ömrü boyunca bu kadar kibirli, kendini beğenmiş ve kendini üstün gören biriyle karşılaşmamıştı. Fare kendi kendine, 'Ne büyük bir rehbermişim de haberim yokmuş. Deveyi yularından tutmuş götürüyorum" diyordu.
Az sonra bir ırmağa çıktı yolu devenin. Gürül gürül çağlayarak akıyordu. Deve duraksadı. Akıntı güçlüydü. Ama rahatlıkla geçebilirdi. Fareninse beti benzi atmıştı.
'Eyvah!" dedi. 'Şimdi ne yapacağım?' Deve, az önce gururundan yanına yaklaşılmayan fareye baktı,
'Hayrola dostum!" dedi. "Ne oldu?" Fare kekeledi, 'Yo, yok bir şey!" Deve,
"Haydi" dedi. "Paçaları sıva da gir suya, kılavuz sen değil misin?" Fare, zor durumdaydı, 'Bu koca ırmağı nasıl geçerim?" dedi. Sesi yumuşamış, yelkenleri indirmişti.
"Su çok derin!" Deve, ağır ağır girdi suya. Birkaç adım attı. Su dizlerindeydi.
'Korkmana gerek yok!" dedi. "Bak, dizlerime geliyor!" Fare yalvarır gibi,
'Aziz üstad..." dedi. "Senin dizine gelen su, benim başımı kaç metre geçer Allah bilir." Deve taşı gediğine koyarak, 'Öyleyse..." dedi. "Bir daha böbürlenme, haddini bil!"
Ve ekledi, "Haydi hörgücüme geç de gidelim."
Haddini bilenlere,
selam olsun!..