Bir hikayemiz vardı bir zamanlar bizim de. Nasıl da severdik, nasıl da heyecanla ve de gururla anlatırdık. Biz dediğim, 1960'lı 70'li yılların kısaca 'sağcı' diye nitelenen 'milliyetçi-muhafazakar' gençliğidir. Uzun zamandır duymuyorum o hikayeyi.
'Berlin'deki hakimden önce İstanbul'da kadı vardı' diyerek başlardık anlatmaya:
'Çağlar açıp çağlar kapatan genç Hünkar, Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul'u fethettikten sonra ilk sarayını Beyazıt'ta şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin merkez yerleşkesinin bulunduğu alanda yaptırır. Mimarı bir Rumdur. Mermer sütunları oldukça kısa yapar. Hünkar gençtir, kanı deli akmaktadır, hiddetlenir birden, 'vurun' der, bilekten kesilir elleri. Acı çeker Rum mimar ama ölmez, iyileşir, lakin açtır, açıktır, çalışamaz ki karnını doyursun, üstünü örtsün. Bir komşusu, bizimkilerden birisi kadıya gitmesini söyler. Rum inanamaz duyduklarına; hünkarı kadıya şikayet etmek! Olacak iş mi? O güne kadar ne görmüştür böyle bir şeyi ne de duymuştur ama yine de gider İstanbul kadısına komşusunun ısrarları üzerine ve de çağlar açıp çağlar kapatan hünkardan şikayetçi olur.
Kadı minderinde oturmaktadır, hünkar ve Rum mimar ayakta. Önce mimar anlatır derdini bir kere daha, sonra hünkar savunur kendisini. Kadının hükmü nettir. Kısasa kısas uygulanacak haksız bulunan hünkarın da kolları vurulacaktır.
Hünkar elini kaftanının içine sokar ve bir hançer çıkartır 'Kadı efendi sağ olasın, adaleti saltanata üstün kıldın. Eğer gücümden korkup haksız bir karar verseydin, bu hançerle ben senin cezanı verecektim' der.
Kadı da hazırlıklıdır, yerinden doğrulur, minderin altından bir yatağan çıkartır ve tane tane konuşur: 'Hünkarım sen de sağ olasın ama ben de hazırlıklıydım. Eğer gücüne güvenip kararı tanımıyorum deseydin bu yatağanla hakkı ve adaleti ben yerine getirecektim.'
Rum mimar şaşkındır, 'vazgeçtim' der 'vazgeçtim şikayetimden, gördüğüm şu sahne her şeyden, benim elimden de, kolumdan da önemlidir.' Kabul etmez kadı, vazgeçmek kurtarmaz padişahı, kısas diyete çevrilir ve hünkar haksız yere kolunu vurdurduğu mimara ömür boyu sürecek oldukça yüklü bir aylık ödemeye mahkûm edilir.'
O zamanlar hiç sormadık, merak etmedik ki soralım, gerçek mi değil mi diye. Yakışırdı bize, şuur altımızdaki Osmanlı'ya, Müslüman Türkün adaletine pek de uygundu. Şüphelenmek mümkün mü? Sadece anlatmazdık, işbaşına gelirsek, devlet ve iktidar bir gün bize nasip olursa böyle bir adaletin hayalini görürdük. Köyde, kentte, kahvede, sokakta, siyaset ya da dava konuşulan her yerde bunu anlatır ve o adaleti vaadederdik bizi dinleyenlere, bize inananlara. İnanmayan var mıydı, hiç düşünmezdik, ihtimal de vermezdik; biz inanıyorduk ya, yetmez miydi?
Uzun yıllar var ki Berlin'deki hakimin hikayesini okurum da bizim İstanbul'daki kadımızın hikayesini ne duyarım ne de okurum. Unuttuk mu yoksa anlatmaya hele de yazmaya yüzümüz mü yok? Keşke tüm hikayelerimizi unutsaydık da bu hikayeyi hiç unutmasaydık, keşke tüm hayallerimize elveda deseydik de sadece ve sadece bu hayalimizi terk etmeseydik.
O hikayeyi bir daha anlatabilir, bir daha yazabilir miyiz acaba? Pek sanmıyorum ama o hayalle yaşıyorum. Hayali bile cihan değer.