Bizim mahalleden değildi, karşı mahalleden de değildi, komşu mahalledendi. Ne kapısını çaldık ne de camını taşladık. Ne biz o mahalleyi merak ettik ne de onlar bizim mahalleye ilgi duydu. Komşu olmak tanışmaya yetmedi.

Yeni Şafak yazarı Akif Emre'den bahsediyorum. Vefatından sonra karşı ve komşu mahallelerden de çok güzel yazılar yazıldı hakkında. Ve benim beynime son yazılarından birisinden yapılan bir alıntı çakıldı kaldı. O günden beri, nereye gitsem, kiminle konuşsam o cümleleri hatırlıyor ve halden anlayan ya da en azından anlayacağını umduğum dostlarıma aktarıyorum o unutulmaz cümleleri:

'Elimizi uzattığımız her şey çürüyor. Belki de dokunduğumuz için biz çürütmekteyiz. Gördüklerimiz kirleniyor. Baktıklarımız bizi kirletiyor, içimizi…

İşittiklerimizden dolayı, bildiklerimizden dolayı acı çekmeye başlıyoruz. Birebir şahit olamasak bile... Acı çekmeye icbar ediliyoruz sanki ya anlatılanlar gerçek olduğu için yahut gerçek yerine sahte gerçekler ikame edildiği için. Bu denli yozlaşma, çürümeye mahkûm olmak duygusu bizatihi insanın içini kemiren bir şey. Sadece insan teki olarak her birimiz değil toplum da içten içe çürüyor.'

İnancının tüm kadrolarıyla iktidarda olduğu bir dönemde, bir fikir ve dava adamının 'elimizi uzattığımız her şey çürüyor' demesi, demek zorunda kalması ne hazin bir kaderdir! Ama salt bugüne has bir olgu değil bu kadersizlik. Türkiye değişik söylemlerin ve değişik kadroların iktidar olduğu uzun bir süreden beri bu 'içten içe çürümeyi' yaşıyor. Muhalefetin bir türlü canlanamamasının temelinde belki de bu çürümeyi daha önce yaşamış olması yatıyor.

Akif Emre'nin 'işittiklerinden, bildiklerinden dolayı çekmeye bugünlerde başladığı acıyı' öteki mahallelerin samimi aydınlarının da çekmediğini söylemek mümkün müdür? Aradaki fark birinin bu acıyı itiraf etmesinden ibaret olsa gerek. Önceki dönemlerin idealistleri ve aydınları da bu acıyı mutlaka çekmişlerdir. O acıyı çekmemek aydın ve idealist olmak iddialarına aykırıdır.

Ben bu çürümeyi 'değerlerin değersizleşmesi' olarak bu sütunlarda çok yazdım. Televizyon programlarımda, topluluk karşısındaki konuşmalarımda ve dost sohbetlerimde sık sık vurgulamaya çalıştım. Değerlerin değersizleştirilmesi ya da elimizi uzattığımız her şeyin çürümesi, hem cezamız hem de suçumuz olsa gerek. Merhum Emre'nin dediği gibi 'dokunduğumuz için biz çürütüyoruz.' O 'belki de' kelimesini de kullanmış cümlesinde, nezaket göstermiş, ben o kelimeyi attım. 'Belki'si yok, biz çürütüyoruz ve o çürümenin acılarını da biz çekiyoruz. Üstelik açtığımız yaranın acısını sadece kendimiz çekmiyoruz, topluma da çektiriyoruz. Biliniz ki, bu çürümeye karşı toplumun tüm kesimleri net tavır koymadığı sürece açılan yara çocuklarımıza kangren olarak intikal edecek ve bizim çürümüşlüğümüzün faturasını asıl gelecek nesiller ödeyecek.

Şeklin özü örtüğü, bizim oğlanların bizim idealleri kendi ikbal basamakları olarak pervasızca kullandığı bir ortama hangi parti ve hangi ideolojik görüşe, hangi mezhep ve meşrebe, hangi cemaate mensup olursak olalım bir ve beraber karşı çıkmazsak tarih bizi kendi sahtekarlarına ram olmuş zavallı idealistler olarak niteleyecektir. Ağırdır ama ne yazık ki tarihin bize vuracağı damga bu olacaktır. Bu damgayı yemek istemiyorsak bu 'çürümüşlüğe' ve de 'çürütenlere' birlikte karşı çıkacağız. Değerlerimizin değersizleştirilmesine dur deme cesaretini göstereceğiz. Ya da tarihin hükmüne mahkûm olacağız.