Sizi bilmem ama ben zaman zaman geçmişe özlem duyarım. Giderek daralan zaman aralıklarında ve daha sık tekrarlanan bir özlem.

Bu özlem, teknolojinin sağladığı imkanlarla hayatın daha da kolaylaştığı gerçeğiyle ters düşer belki de. Yolu çamurlu, geceleri karanlık ve kışları insanı donduran geçmişin özlenecek nesi vardır ki? Ya da bir sahana, bir tencereye ev halkının hep beraber kaşık salladığı, bir küçüğün bir büyüğün küçülen eskisine kavuşmayı sabırsızlıkla beklediği o fakirlik dönemlerinin!

Ben parasında pulunda, kısacası maddesinde değilim dünün, manasındayım. O manada şekillenen nezaketinde, adabında, edebindeyim. Hanım teyzelerin, bey amcaların, hanım ablaların, efendi ağabeylerin harmanlandığı mahallenin huzurunu ve güvenini aramada ve de bulamadığım için ağlamadayım. Kaybolan zarafette, merhamette ve tevazudayım. O değerleri günümüzün maddeye teslim dünyasında neyle kıyaslayabilir ve kaybımızın büyüklüğünü yenilere nasıl anlatabiliriz ki?

Son günlerde dilimde Rahmi Beyin Kürdili Hicazkar şarkısının ilk iki mısraını, durmadan tekrarlayıp duruyorum. Ah bir de makamıyla söyleyebilsem! Ama heyhat, ne kulağım kulak, ne de gırtlağım gırtlak. Kendi sesime kendim bile tahammül edemiyorum çoğu zaman. Muhteşem bir zarafettir o sözlerde dile gelen: 'Sana ey canımın canı efendim/ Kırıldım, küstüm, incindim, gücendim.'

Kıran, inciten ve gücenilen, küsülen bir sevgiliye hitaba bakar mısınız? O nasıl sevgi ve o nasıl bir zarafet ki ona hala 'canımın canı' diyor. Canımın canı, bayılıyorum bu iki kelimeden oluşan muhteşem tamlamaya ve bu tamlamadaki zarafete. Bu cihan imparatorlukları kurmuş bir medeniyetin asırların ötesinden gelen, sabırla, akılla, sevgi ve sevdayla damıtılmış zarafetidir. Heyhat, şehirleşeceğiz derken kasabalılaştık ve kendi eserimiz ve ecdadımızın mirası inceliğimizi, kibarlığımızı, saygı ve sevgimizi kaybettik. Şimdilerde de Bedevileşiyoruz hızla.

Ne çok kelime kaybettik biz böyle. Ne kadar fakirleşti kelime hazinemiz! Aslında fakir olan hazine değil onu kullanmayan/kullanamayan bizleriz. Artık kimimiz üç dört yüz kelimeyle, kimimiz de üç aşağı beş yukarı bin kelimeyle konuşur olduk. Bin kelimeyi aşanımız pek az. Kelimelerle duyar, kelimelerle okur, anlar, anlatır, öğrenir, öğretiriz, değil mi? Lügatinde yüz bine yakın kelime bulunan bir milletin evlatları, bir muazzam kültürün mirasçıları nasıl böylesine bir fikri iflasa sürüklenir ve hala nasıl olur da bunun farkına varmaz, varamaz?

Okuma yazma bilmeyen babaannem 'imanın hayadan geldiğini' bilir ve hem de tam tabiriyle 'El haya vel iman' derdi. Bilmem hangi büyüğünden duymuşsa duymuş bana da sık sık 'Delikanlı bir beyaz ipeğe benzer oğul, lekeye gelmez' diye aktarırdı öğüt babından. Sırf babaannem mi, hayır, tüm babaanneler öyleydi. Halalar, teyzeler, amcalar, dayılar, ağabeyler, ablalar; kısacası bir mahalle, bir köy, bir belde, bir şehir öyleydi. 'İlim başka irfan başka, alim başka arif başka' sözü bizimdir, malûm ve meşhurdur. Bizimkiler de ilim sahibi değillerdi ama irfan sahibiydiler, alim değillerdi ama ariftiler. Bizi kimlere bırakıp öyle zamansız nerelere gittiler?

Balgamını hak tu diyerek herkesin gözünün önünde kentin sokaklarına, caddelerine, meydanlarına boşaltan sorumsuzları, toplu taşıma araçlarında bacaklarını sağa ve sola ayırabildikleri kadar ayırıp sağında ve solunda oturan kadınları, kızları sıkıştıranları ya da art niyeti bile olmasa öyle oturmayı bir yiğitlik sananları/sayanları gördükçe daha bir artıyor eskiye olan özlemim. Hele de bilmem kaç yüz bin liralık otomobilinin yol boyu biriktirdiği pisliğini tam da kente girdiğinde meydana boşaltmayı akıl eden görgü yoksulu para bekçilerini görünce, daha da katmerleniyor özlemim.

Rahmi Beyin dediği gibi kırılıyorum, küsüyorum, inciniyorum, güceniyorum. Umurunda mı senin ey canımın canı efendim, ey benim sevgili milletim, umurunda mı? Biliyorum ki sende kırgınsın, sen de küs, sen de incinmiş, sen de güceniksin. Ben derdimi sana döküyorum, rahatlıyorum, sen kime dökeceksin?