Cumhuriyet Halk Partisi Lideri Kemal Kılıçdaroğlu Ankara'dan İstanbul'a 'adalet yürüyüşü' adını verdiği bir yürüyüş başlattı ya. Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi bu yürüyüşe sert çıktı ya. Dikkatler daha önce bu ülkede gerçekleştirilen önemli yürüyüşlere çevrildi. İlk akla gelen de Zonguldak kömür işçilerinin Ankara'ya yürüyüşü oldu. Muazzam bir yürüyüştü ama ilk değildi, ondan önce iki yürüyüş daha vardı. Biri, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının 1968'de Samsun'dan Ankara'ya gerçekleştirdikleri yürüyüştür, oldukça da bilinir. Ama öbürü, ondan iki yıl önce gerçekleştirilen ve belki de o yürüyüşe de ilham kaynağı olan öbürü -yani Türkiye'nin ilk uzun mesafeli yürüyüşü- pek bilinmez.

Önce şu isimleri bir kenara not edelim. Ülkücü hareketin 'komando' lakaplı efsane öğrenci liderlerinden Mustafa Ok, İstanbul Ülkü Ocağı Başkanı Nihat Çetinkaya, 21 Mayısçı eski Harbiyelilerden Aydın Tanyeli, Yücel Şengezer, Ziya Işık, Yavuz Süngü, Yavuz Atçı, Askeri Tıbbiyeli Hüseyin Başaran ve Erkan Kenanoğlu.

Mustafa Ok'u erken denecek bir yaşta kaybettik. Nihat Çetinkaya, Azerbaycan Türklerinin bağımsızlık mücadelesine katıldı, Elçibey'e danışmanlık yaptı. Aydın Tanyel bürokraside Tariş genel müdürlüğüne, Yavuz Süngü Devlet Planlama Teşkilatı genel sekreterliğine kadar yükseldi. Yücel Şengezer DB Deniz Nakliyat'tan emekli oldu. Hüseyin Başaran, Askeri Tıbbiyeden ayrıldı, en son yirmi yıl önce gördüğümde Bayrampaşa Cezaevi doktoruydu. Bunlar giderek yaşlanan, yorulan ve ister istemez daha fazla unutur olan hafızamda kalanlar.

Bu dokuz isim bundan tam elli bir yıl önce 1966'nın bir yaz sabahı İstanbul'dan çıktılar yola. Gündüz yürüdüler, gece konakladılar. İl ve ilçe girişlerinde Ülkü Ocaklı arkadaşlarınca sevgiyle karşılandılar çıkışlarında yine onlar tarafından coşkuyla ve marşlarla uğurlandılar. Dokuz günün sonunda marşlar söyleyerek Ankara'ya ulaştılar ve Başbuğ Türkeş'in huzuruna vardılar. 51 yıl önce gerçekleştirilen 'Dokuz Işık Yürüyüşü' Cumhuriyet Türkiye'sinin uzun mesafeli ilk yürüyüşüdür.

O günlerde yürüyenler kargaşaya davetiye çıkarmakla suçlanmıyorlardı. Zamanın Başbakanı Süleyman Demirel'di ve 'Varsın yürüsünler, yollar yürümekle aşınmaz' diyordu. Yollar aşınmadı, demokrasiyi ise yürüyenler değil tanklar, yasaklar, hain ve rezil kumpaslar vurdu ve aşındırdı. Bereket ki öldüremediler. Her yara sarılır, yeter ki teşhis doğru konsun ve tedavi aklın ve bilimin ışığında kararlılıkla uygulansın.

Ben 27 Mayıs'ı, 12 Mart'ı, 12 Eylül'ü ve 28 Şubat'ı, şimdilerde pek az insanın hatırladığı/hatırlayabildiği 22 Şubat ve 21 Mayıs'ı da yaşamış birisi olarak daha iki binli yılların başında 'o devirler kapandı, tanklar bir daha çıkmaz sokağa' diyordum. Yanıldığımı 15 Temmuz akşamı henüz yatsı ezanı okunmadan yollara çıkan tankları görünce anladım; ama geç kalmıştım. Hiçbir kurmayın bu çağda böylesine aptal ve aşağılık bir eyleme kalkışacağına ihtimal vermiyordum. Bu kurmayların daha bebeyken devşirildiğini, akıllarına ve vicdanlarına mühür vurulduğunu ve asker değil mürit olarak yetiştirildikleri -en üst komuta kademesi bile anlayamamışken- ben nereden ve nasıl bilecektim ki?

Benim içinden geldiğim camiada ya hafızalara fazla güvenildiğinden ya da yazıya, yazmaya pek fazla iltifat edilmediğinden olsa gerek tarihe pek not düşülmez. Daha doğrusu o not yazıyla değil eylemle düşülür ve sözle aktarılır bir sonrakilere. İyi de 'Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür' dememiş miydi şair?

Bu satırlar 'tarihe not düşmek' değil, o notu yürüyenler düştü, benimkisi sadece hafızaları tazelemek.