Atalarımıza bakarsak bela 'geliyorum' demezmiş, gelirmiş. İleride başımızı çok ağrıtacak olan hem de en püsküllüsünden iki sıkıntı, adım adım geldiğini davul zurnayla haber veriyor da bizim pek aldırdığımız yok.

Bunlardan biri, resmi açıklamalara göre sayıları üç milyonu aşan ve mevcut doğurganlık hızlarıyla kısa bir süre sonra beş hatta on milyonlara dayanacak olan Suriyeli sığınmacıların yol açacağı sosyal, ekonomik, kültürel, siyasal ve demografik sorunlar olacaktır. Dünün yanlış politikalarının, bugünün ihmallerinin faturasını beş on yıl sonra ne yazık ki çocuklarımız ve torunlarımız ödemek zorunda kalacak. Bu vebalin altından kalkamayız.

Yarıdan fazlası genç olan eğitimsiz, işsiz, gelecek garantisi, tasavvuru ve hatta hayali bile olmayan/olamayan bu insanlarla yaşanmaya başlanan ve gelecekteki çok daha büyük sorunların işaretlerini veren gerilimli ve çatışmalı olaylar, her geçen gün basında daha sık yer alır oldu.

Bu, siyasi ya da ideolojik bir mesele boyutunu çoktan aşmış milli bir mesele haline gelmiştir. Ülkemizin ve milletimizin geleceğini çok derinden ve maalesef olumsuz etkileyecek olan bir sorun içten içe büyümektedir. Ya bugünden başlayacağız bu sorunu önleme çalışmalarına ya da yarın çok geç olacak. Benimki sadece bir uyarı. Belki çok erken, belki de geç kalmış bir uyarı! Bilmiyorum, bilemiyorum.

Bir diğer sorun da küresel iklim değişikliği sonucu yaşamak zorunda kalacağımız kısmi bir çölleşme ve aşırı bir su fakirliği; belki de bu coğrafyada kaçınılmaz gözüken bir su savaşı. Biz 'küresel ısınma' diyoruz, bilim adamları ise 'küresel iklim değişikliği' diyor. Adı her ne olursa olsun, beklenen husus, önümüzdeki yirmi otuz yılda ülkenin güneyinden kuzeyine doğru kısmi bir çölleşmenin kaçınılmaz oluşu. Hem suya olan ihtiyacın artması hem de suyun daha da azalması.

Bir taraftan nüfusumuz ve dolayısıyla suya ihtiyacımız artıyor, öbür taraftan da suyumuz azalıyor ve daha da azalacak. Kısa bir süre sonra 'su fakiri ülkeler' arasında yer almamız kaçınılmaz olacak. İşte bu noktada iki hususa dikkat etmek gerekiyor. Bunlardan birisi Karadeniz yayaları diğeri de Doğu Anadolu'dan doğan ve sınır aşan iki önemli nehir, Fırat ve Dicle.

Dünya su rejimi uzun zamandan beri tartışma konusu ve değişiklik bizim aleyhimize gelişiyor. Süleyman Demirel, tünellerle Konya Ovası'na akıtmayı hayal ediyordu o nehirlerin fazla suyunu. Hayallini de beraberinde götürdü galiba, artık kimsenin böyle bir hayali dillendirdiği yok. Bir süre sonra Fırat ve Dicle nehirlerinin yönetimine güneyimizdeki mevcut ve kurulacak/kurdurulacak ülkelerin ortak olmaya ya da ortak edilmeye kalkışılması sürpriz olmaz. Bu konuda AB'nin bize dayattığı şartlardan birisi de bu iki nehrin yönetiminin AB'ye ya da uluslararası bir komisyona devriydi. Ne yazık ki, dış dünyada 'Ortadoğu'da bir uluslararası su savaşları' beklentisinin giderek yaygınlaştığı bir dönemde, Türk bilim ve siyaset çevreleri konuya son derece duyarsız bir tavır sergiliyor. Üst aklın ya da süper güçlerin 'Büyük Kürdistan' projesine bir de bu çerçeveden ve İsrail'in suya olan ihtiyacının karşılanması açısından bakmak gerekmekte.

Son zamanlarda bazılarımızı pek sevindiren Arapların Karadeniz'e ilgisini de sadece turizmin dar penceresinden değil, bir de Türkiye'nin gelecekte yeşil kalacak ve su sıkıntısı çekmeyecek tek bölgesinin şimdiden el değiştirmesi gibi bir başka pencereden gözlemlemek, ele almak ve değerlendirmek gerekmez mi?

Bunlar inşallah benim evhamlarından ileri gitmez. İnşallah ben korktuğumla kalırım ve benim sevgili milletim benim cennet ülkemde her türlü korku ve sorundan uzak güzel günler idrak eder.