Geçtiğimiz sene bu günlerde Türkiye, tarihe geçecek türden büyük bir darbe girişimi atlattı. Meselenin iç yüzüne girmeyeceğim. Zira tüm detaylara vakıf değiliz. Konuya ilişkin mahkeme süreçleri ve OHAL atmosferi devam ediyor. Dolayısıyla 15 Temmuz darbe girişiminin öncesi ve sonrası hakkında olayın sıcaklığı geçmeden yapılacak tüm yorumlarda biraz ihtiyat payı bırakmak lazım.

15 Temmuz bize her şeyden önce demokrasimize, cumhuriyetimize, milli birliğimize sımsıkı sarılmak zorunda olduğumuzu hatırlattı. Bu dehşet verici olayda şehit düşenler için Allah'tan rahmet dilerken; bir taraftan da olan bitenlerden ders çıkarmamız gerekiyor.

***

Yeni nesiller tarih özürlü yetişiyor… Birçoğumuz için tarih, içimizden çıkan kahramanlara övgü düzmekten ibaret. Oysa beş bin yıllık tarihi bulunan bir millet olarak yarınlarımıza ışık tutabilecek o kadar tecrübemiz var ki, bunlardan yararlansak kimse başımıza bu kadar bela saramaz.

Kimimiz Abdülhamit'in azledildiği 1909'u, kimimiz ise Kurtuluş Savaşı'nın başladığı 1919'u milat sayıyoruz. Haliyle Türk mitolojisinin binlerce yıllık köklerinden, Tanrı Dağı'ndan, Ötügen'den, Orhun Yazıtlarından soyutlanmış Türk tarihi, bizi çıkmaz sokaklara sürüklüyor.

Hadi Malazgirt'ten öncesini geçtik… Türk milletinin Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasındaki tarih birikimi bile bize yeter!

15 Temmuzlar, bu birikimden istifade etmeyen nesiller yetiştirdiğimiz için oluyor. Hadi bir cümle daha yazalım: Beş binyıllık bir tarih ve on milyonlarca km2'lik bir coğrafyanın imbiğinden geçerek oluşturulan Türk devlet aklına uyulsa; 15 Temmuz'un öncesinde ve sonrasındaki sıkıntılı süreçleri yaşamazdık.

***

Tüm dünya halklarında olduğu gibi biz Türklerde de iktidar mücadelesi, milletin tarihi ile yaşıttır. Anadolu Selçuklularına kadar iktidar kavgalarının Türk milleti için beka sorunu haline gelmemesi, 'töre' dediğimiz yazılı olmayan anayasa ile sağlanıyordu. Ne zaman Bizans ile sınır komşusu olduk, 'töre' mefhumunun yerini tedricen 'entrika' almaya başladı. Hele İstanbul'un fethinden sonra Bizans İmparatorluk geleneğinden gelen hastalıklı alışkanlıklar, Osmanlı Türklerine iyice sirayet etmeye başladı.

'Askeri darbe' dediğimiz yeniçeri isyanları veya sosyal olaylar neticesi patlayan ayaklanmalar sonucu padişah değiştirme illeti, büyük ölçüde Bizansın bize mirasıdır.

İşte o sebepten dolayıdır ki, son yüz elli yıldaki darbeleri anlamak için önce Osmanlı sonra da Bizans tarihindeki kanlı darbeleri iyi bilmek gerekir.

***

Romen Diyojen ismi, bize yabancı değildir. 1071'deki Malazgirt Savaşında Sultan Alparslan'a mağlup olan Bizans İmparatoru olarak tarih kitaplarımızda bir cümle ile geçer. Ancak onun ne Malazgirt öncesi ne de sonrasındaki hayatını pek kimse bilmez:

Başarılı bir general olarak hayatını sürdürürken; onu Bizans İmparatoru olmaya sürükleyen kader, bir önceki İmparator Dukas'ın 1067'de ölümüyle ağlarını örmeye başlamıştı. Kocası vefat ettiği için taht naibesi olan İmparatoriçe Eudokia, Bizans derin devletinin evlenmesi için kendisine sunduğu patriğin kardeşiyle evlenmek yerine Kayserili bir asker olan Roman Diyojen'i tercih etti. Bunun bir aşk evliliği olduğunu söyleyenler vardır; lakin batıda Peçenek Türkleri doğuda ise Selçuklu Türkleri arasında sıkışan Bizans devletinin içine düştüğü güçlüklerden sıyrılmak için güçlü bir imparatora ihtiyaç duyduğu yadsınamaz…

İmparatoriçeyle dünyaevine giren ve 1068 yılının ocak ayında tahta çıkan Roman Diyojen, Sultan Alparslan öncülüğünde Anadolu kapılarına dayanan Selçuklu tehlikesini bertaraf etmek için hazırlıklara girişti. İstanbul'da herkesin kendisine biat ettiğini zannediyordu. Karısının eski eşi, önceki imparator Dukas'ın ailesinden önde gelen isimleri siyasi desteğini yanına almış, gücünü perçinlemişti.

Farklı milletlerden paralı askerler temin ederek 200.000 kişilik devasa bir ordu oluşturdu. 1071 Ağustos ayında Malazgirt ovasında Sultan Alparslan'ın 50.000 kişilik ordusuyla savaşa tutuştu. Sayısal üstünlüğüne öylesine güveniyordu ki artçı destek kuvvetlerin başında son imparatorun yeğenini bırakmakta beis görmemişti.

Ancak Sultan Alparslan tam bir savaş dehasıydı. Bizans ordusunu meydan savaşında dağıttı. Bizans artçı birlikleri, yardıma geleceklerine İstanbul'a dönünce Selçuklular kesin bir zafer elde etmekle kalmadı, Roman Diyojen'i de esir aldılar.

Alparslan, Türk töresi gereği esirine çok iyi davrandı. Bir hafta boyunca onu misafir etti, sofrasında ağırladı. Antakya ve Urfa arasındaki toprakların kendisine verilmesi ve makul bir savaş tazminatı karşılığında anlaşma yaptı. Yanına yüz kişilik bir koruma birliği vererek İstanbul'a yol etti.

Lakin Bizans başkentinde yenik İmparator hiç hoş karşılanmadı. Dukas ailesi, Bizans devletinin derin güçlerini arkasına alarak birkaç gün içinde Roman Diyojen'i devirdi. Karısı imparatoriçe Eudokia, saçları kazıtılarak Çanakkale civarında bir manastıra kapatıldı, rahibe hayatına zorlandı. Roman Diyojen ise üzerine bir keşiş elbisesi giydirilerek katır sırtında Kütahya'ya kadar götürüldü. Yemeğine katılan bir tür bağırsak bozucu ilaç nedeniyle aşağılanarak ve bitkin vaziyette vardığı Kütahya'da ise gözlerine mil çekildi. Oluşan yaralara ilaç sürülmedi, iltihaplanmasına göz yumuldu. Daha sonra Kınalıada'da bir manastıra kapatıldı ve sadece bir sene sonra öldüğünde kırklı yaşlarının başındaydı.

Romen Diyojen'i deviren ve korkunç biçimde ölümüne yol açanlar, bir zamanlar ona biat ettiğini söyleyenlerdi. Malazgirt Savaşında onu yalnız bırakan, ardından tahtından indiren Dukas Ailesi, Roman Diyojen'den sonra Bizans tahtına tekrar el koydu.

***

Osmanlı tarihindeki darbelerin ekseri hep yeniçeri ya da başkaca askeri güçler tarafından tertiplendiğini zannederiz. Oysa sosyal olayların arkasına saklanıp gelişen darbeler, hiç de az değildir. Tarihe 'Patrona Halil ayaklanması' diye geçen ve Lale devrinin sona ermesiyle neticelenen 1730 olayları bunun bir örneğidir.

Bu ayaklanmaya ilişkin tarih kitaplarımızda ekonomik sebepler ve fakirlik sebep gösterilir. Saray ve çevresinin sürdüğü şatafatlı hayata karşılık, İstanbulluların zor ekonomik şartlarda olması, Patrona Halil ayaklanmasının sebebi olarak anlatılır.

Ancak esasen sıradan bir külhanbeyi olan Patrona Halil'in nasıl olup da padişahı devirecek, devlet erkanının kellesini alacak bir ayaklanmayı örgütleyebildiği tartışmalı bir konudur. Padişah ve sadrazamın İstanbul Boğazının Üsküdar yakasında olduğu sırada patlayan nümayişleri bastırması beklenen yeniçerilerin, isyancılara katılması olayın arkasında bir başka tertip olduğunu kanıtlar. Din işleriyle pek alakadar olmayan yeniçerilerin ve sarhoş gezen külhanbeylerinin ardına takılan kitlelerin 'şeriat isteriz' diye bağırmaları da ayrı bir şayiadır.

Padişahın azli ve çok sayıda önemli devlet adamının öldürülmesiyle neticelenen bu ayaklanmanın görünen lideri Patrona Halil, üç ay sonra göreve getirdiği yeni Padişah I.Mahmut ve siyasi kadroları tarafından öldürülerek ortadan kaldırıldılar.

Bugün hala bir külhanbeyinin yaptığı bir iş gibi bize öğretilen Patrona Halil ayaklanması, bizim darbeler tarihimizden pek ders çıkaramadığımızın örnekleri arasında yerini çoktan almıştır.

***

15 Temmuz darbe girişiminde şehadet makamına erenleri bir kez daha rahmetle anarken, benzerlerinin tekrarlanmaması ve darbenin arka planının ortaya çıkarılması için tarihten alacağımız dersler olduğunun altını tekrar çizelim… Tarihin tekerrür etmesine müsaade etmemeliyiz.