Çocuktum, babamla bir yere giderken, babam genelde yere bakardı, karşıdan bir kadın gelirken de çoğu kez de kaldırımdan yola iner ve hatta zaman zaman da karşı kaldırıma geçerdi. Aynı zamanda kadınlar da bir erkekle karşılaştıklarında genellikle kenara çekilir erkeğe yol verirlerdi. Babamın yaptığı erkekliğin şanından, kadınlarımızınki ise kadınlığın iffet ve ismetindendi. Heyhat artık, ne kadınlarımız o iffet ve ismetten haberdar ne de erkeklerimiz erkekliğin asaletinden. Elbet bu ifadeler kadınlarımızın ve erkeklerimizin tamamını kapsamaz; hala zarafetin ve asaletin timsali insanlar, her iki cinsiyet içinde de bir hayli fazla.

Televizyonda siz de izlemişsinizdir, erkeklik adına, bırakınız erkekliği, insanlık adına yüz karası o sahneyi. Bir zıpır, sallana sallana yürüyor, bir kadın karşıdan geliyor, ne biri beş on santim bir kenara çekiliyor ne de diğeri. Ve kaçınılmaz son, omuz omuzalar. Normali, erkeğin dönüp özür dilemesi, ne gezer, o zıpır hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor küstah yürüyüşüne. Kendine gelen kadın, arkasından bir şeyler söylüyor. Vay sen misin söyleyen; dönüyor, yumruğunu olanca şiddetiyle çaresiz, savunmasız kadının suratına indiriyor.

Kadın yerlerde; hayır yerlerde olan sadece kadın değil, insanlık. Evet, o zıpırın yumruğuyla yere düşen insanlıktır, insanlığımızdır. Onun için geçmişi arıyorum büyük bir özlemle; bir daha gelir mi o güzel günler bilmiyorum, bilemiyorum ama kaybettiğimiz adap ve edebimize ağlıyorum için için. Bir toplumun kendi değerlerinden böylesine hızlı kopmasının dünyada başka örneği var mı bilmiyorum, ben bizdeki çözülmenin dehşeti içindeyim.

Şehirleşmenin bir adap, edep ve kültür hadisesi olduğunu ıskaladık. Biz şehirli olamadık ama şehirlerimizi şehir olmaktan çıkardık. Köyleştirdik demiyorum, köyün de değerleri vardır ve köylüler o değerlere bağlıdır. Biz şehirlerimizi değersizleştirdik. Sokaklarında, meydanlarında külhani tavırlar giderek yaygınlaşıyor, ağız dalaşları tekme tokat kavgalara dönüşüyor, üç on paralık hesaplar ikili üçlü cinayetlere neden oluyor. Dün sadece kan davası ve namus belası için işlendiğini öğrendiğimiz cinayetler, artık günlük hayatımızın bir rutini oluyor ve üstelik cinayetin acımasızlığından vahşetin iğrençliğine dönüşüyor.

'Konuyla ilgisi ne?' diyebilirsiniz ama ben savrulmamızın temelinde unuttuğumuz ve çocuklarımıza artık hiç öğretmediğimiz kelimelerin olduğunu düşünüyorum. Kaybolan kelimeler, giderken bizim değerlerimizi de alıp gittiler. Selamı unuttuk, halbuki inanışımızda 'selam, kelamdan önce gelirdi' ve biz yolda, belde tanıyalım tanımayalım karşılaştığımız insanlarla selamlaşırdık. Sadece selamı unutmadık 'Allah'a şükrü, kula teşekkürü' de unuttuk.

Bize, bu ülkenin neresinde olursak olalım, hepimize sadece bir yerin kadın ve erkeği örnek gösterilirdi, İstanbul'un hanımefendisi ve beyefendisi. Zarafet, iffet, ismet, nezaket, sade şıklık, tevazu, temizlik ve akla gelebilen her meziyet o iki kavramda tecessüm etmişti sanki. Erkekler için İstanbul beyefendisi, kadınlar içinse İstanbul hanımefendisi olmak bir hayal değil bir hedefti. Ha bir de Osmanlı kadını vardı, ağır, müdebbir, sözünü sakınmayan ama özünden de asla taviz vermeyen bir kadın, sayılan ve çekinilen kadın. Heyhat artık ne o kavramı duyuyorum ne de bir örneğini görebiliyorum.

Hicran doluyum halimizden, endişe duyuyorum istikbalimizden, onun için de maziyi hasretle arıyorum, gelmeyeceğini bilmeme rağmen.