'Taşıyamam ben bu yükü' demiştim; 'kalbim o kadar katı, belim o kadar kavi, sırtım o kadar sağlam değil' sanmıştım. Yük dediysem sanmayın ki kahır yüküdür, sanmayın ki el yüküdür; dost yüküdür, sevinç yüküdür, umut yüküdür taşıyamam sandığım, 'taşıyamam cumadan pazartesine, boşaltırım bir yerde, paylaşırım tüm sevdiklerimle' derdim kendi kendime. Taşıdım dostlar taşıdım ben bu yükü hem de üstüne yeni sevinçleri, yeni umutları yükleyerek ve hem de hepsini sevinç gözyaşlarıyla yıkayarak.

Her şey o trende başladı cuma sabahı. Hafif raylı sistem treni durdu birden, durdu ve sirenler öttü birden, sirenler acı acı öttü ve insanlar ayağa kalktı kadınlı erkekli, örtülü örtüsüz ve insanlar bir aziz ölünün manevi huzurunda saygı duruşuna geçti sessiz sedasız ama anlamlı mı anlamlı. Günlerden cumaydı ve saatler 09.05'i gösteriyordu; gözlerimden ilk iki damla yaş, yanaklarıma düşüyordu.

Trenler yürüdü, sirenler sustu ve insanlar yeniden kendi dünyalarına döndü, ben de döndüm, ta ki Atatürk Kültür Merkezi'ndeki o program başlayıncaya kadar. Önce Devlet Opera ve Balesi elemanları aldı beni benden o muhteşem İstiklal Marşı icrasıyla. Ne sözleri tartışılırdı ne bestesi, erbabı yazıp erbabı bestelemişti ama bir de erbapları okuyunca; daha bir başka oluyordu İstiklal Marşımız. Nasıl olmasın ki dünyanın en kadim milletinin en muhteşem destanının marşıydı o ve o marşı okuyanlar, bu milletin sanatkarlarıydı. Bir hafta önce de yine aynı yerde 29 Ekim konserinde Kültür Bakanlığı halk müziği korusundan dinlemiş ve yine ağlamıştım. Dinleyip ağlamamak ne mümkün? Hele de benim gibi her geçen gün biraz daha duygusallaşan bir insan için.

Ve o gençler ve o gençleri o güne hazırlayan adını bilmediğim o öğretmen, bir saat boyunca onlar söylediler, salon dinledi, salon coştu, salon kendinden geçti ve ben tam bir saat boyunca kimi zaman hıçkıra hıçkıra kimi zaman için için ama hep yaşın yaşın ağladım. Daha bir ay kadar önce toprağa verdiğimiz bacım Emine'den sonra ilk defa böylesine yoğun ağladım. Yemen'i okurlarken ağladım 'Çanakkale içinde aynalı çarşı/Ana ben gidiyom düşmana karşı/ Of gençliğim eyvah' derlerken de ağladım. Hem cephelerde bıraktığımız gençlere hem de sınıflarda kazandığımız gençlere döktüm gözyaşımı.

Sınıfta kazandığımız gençler Garip-Zeycan Yıldırım Fen Lisesi'nin gençleriydi. Ben o gençlerin gözlerinden düne sevgi, yarınlara umutlar derdim. Ben düne müthiş bir edep ve irfan ama bir kadar da ilim ve bilgiyle sahip çıkan o gençlerin sazlarından sözlerinden, duruşlarından bakışlarından, oturuşlarından kalkışlarından yarına güven topladım. Allah'ın verdiği zekayı bilimle taçlandıran bir gençlik geliyorsa eğer ne onca oyun ve tezgahtan korkmak ne de kenara çekilmek ve de gaflete ve ihanete ve de emperyalist emellere teslimiyet söz konusu olur bu topraklarda. Ne bugün, ne yarın ne de yarınlardan sonra.

Anlatılmaz o gösteri, bir kayıt bulunursa ya da tekrar tekrar sahnelenirse eğer izlenir ve ağlanır sadece. Hele bir de 'Karadeniz'in dalgalarını yara yara Samsun Limanı'na demirleyen o geminin' temsili ve 'Çırpınırdı Karadeniz Bakıp Türkün Bayrağına' marşı eşliğinde şairin 'bayraklar içindeki en güzel bayrak' diye tarif ettiği şanlı bayrağımızın dalgalanışı yok mu?

Nasıl sakladım ben bu mutluluğu sizlerle paylaşmadan, nasıl durdum 72 saat bu sevdanın, bu mutluluğun yükü altında kendim de şaşıyorum. Yazmadım ama her gördüğüme, her tanıdığıma hem de büyük bir coşkuyla aktardım o günü.

Hem o günün yazılacak daha başka tarafları da var hem de ertesi gün şahit olduğum ve hem bu kent hem de ülkem, devletim ve milletim adına çok mutlu olduğum bir başka haberim daha var sizlerle mutlaka paylaşmam gereken. Yarın çok geç olmaz değil mi aziz dostlar.