İster oy versin ister vermesin, eğer başka bir ülkenin görevlisi değilse, eğer bünyesinde ihanet geni baskın değilse; aklı başında hangi adam ülke hükümetinin başarısız olmasını ister? Hangi geri zekalı böyle bir başarısızlığa sevinebilir, ellerini ovuşturup alkış tutabilir. Beğenmemek, oy vermemek, eleştirmek başkadır, başarısızlık için dua etmek, çanak tutmak daha başkadır. Birisi haktır diğeri en hafifinden ahmaklıktır. Çünkü iktidarın başarısızlığı devletin zaafı, milletin kaybıdır. Heba edilen zaman ve kaynak hükümetin değil milletindir. İçerideki mücadele partiler ve iktidarlar arasında olsa da o mücadele gelip geçicidir, sonuçları öldürücü olan asıl mücadele ise dışarıdaki milletlerarası mücadeledir. Bir parti içeriyi kazansa ne olur kaybetse ne olur, millet dışarıdaki yarışı kaybettikten sonra.

Kendi ekibinin başarısı yerine rakip ekibin başarısızlığına kilitlenmiş siyaset, uzun zamandan beri ülkenin gündemini esir almış durumda. Giderek sertleşen siyaset dili topluma da yansıyor; toplum her geçen gün biraz daha saldırganlaşıyor, daha çok çatışıyor. Bunun birbirinden kötü örnekleri, her geçen gün biraz daha artarak ve vahşileşerek medyaya yansıyor. Sıradan bir yol verip vermeme sorununun sonunda cinayetle noktalanması, bu gerginliğin ama aynı zamanda o gerginliği besleyen toplumsal güvensizliğin dışa vuruşundan başka bir şey değil. Toplumsal güven araştırmaları, her 100 Türkten sadece 5'inin bir diğerine güvendiğini ortaya koyuyor. Yanındaki, yöresindeki arkadaşına, akrabasına, hemşehrisine güvenmeyen insan korunma ihtiyacını dikey mensubiyetlerle, ya bir lidere ya bir şeyhe ya bir ağaya ya da bir mafya babasına intisap etmekte, sığınmakta buluyor.

Anayasamızda 'demokrasinin vazgeçilmez unsuru' oldukları vurgulanan ve iktidarlara karşı demokratik mücadele çağrıları yapan siyasi partilerimizdeki hiyerarşik mutlak itaat yapılanması üzerinde önemle durulması ve behemehal tedavi edilmesi gereken en önemli hastalığımızdır. Parti felsefesine bağlılıkla lidere daha doğru ifadeyle söylemek gerekirse genel başkana itaat arasındaki farkı görmediğimiz sürece; ülkenin demokratikleşmesini beklememiz hayalperestlikten de öte bir haldir. Kendi küçük örgütünde demokrasiyi yaşatamayanların ya da demokrasiye tahammülü olmayanların ülkede demokrasiyi hakim kılması olacak iş mi?

Biz, bindiği dalı kesen adama 'düşeceksin' diyen, diyebilen Nasrettin Hoca'nın torunlarıysak eğer, Hoca'yı anlıyor ve samimiyetle seviyorsak eğer, öncelikle eleştirmekten korkmayacağız, sonra da eleştirilmekten rahatsız olmayacağız. Aslında bindiği dalı kesen adama 'düşeceksin' demek eleştiri değil uyarıdır, eskilerin ifadesiyle tenkit değil ikazdır. İster ikaz diyelim ister uyarı, bu dostun dosta karşı görevidir, işin doğrusu, sırtımızı uyaran gerçek dosta değil uyarmayan sahte dosta çevirmektir.

Eleştiriden önce uyarıya ya da eski ifadesiyle tenkitten önce ikaza her zamankinden daha fazla muhtacız. Ülke eğer denildiği gibi bir 'beka sorunu' ile karşı karşıya ise bu ihtiyaç sandığımızdan da fazla olabilir. Böyle bir ortamda insanları birbirinden biraz daha uzaklaştıracak, biraz daha kutuplaştıracak üsluptan öncelikle siyasetçilerin, özellikle de yönetim kademesindeki siyasetçilerin kaçınması gerekiyor. Bize 'ailede barışı ve huzuru sağlamanın sorumluluğu aile reisindedir' diye öğretmişlerdi. Ben hala o öğretiye itibar ediyorum. Ya siz?