Bir dostum sosyal medyadan 'sen yarın dolarcıkları yazarsın' mesajı göndermiş. Yazmam, yazamam; ne dolarım var ne altıncıklarım ne anlarım da ne yazarım ki? Atalarımız 'altının kıymetini sarraf bilir' demişler. İran'da 'zarraf'mış, Türkiye'de 'sarraf' olmuş, ABD'deki işi de 'itirafçılık' ya da bir başka ifadeyle 'iftiracılık!' Ne acı; bir büyük ülkenin, bir kadim milletin adı bir sahtekarla birlikte anılır olmuş; utanması gerekenler utanmıyorsa şayet, kader utansın.

Oğlum Kürşat anlattı; Güneydoğu'da bir ilçede asker olduğunu söyleyen birisi aramış cep telefonundan ve 'ben yanlışlıkla senin telefon borcunu ödedim, şu hesaba gönder lütfen' demiş. Oğlum bakmış, gerçekten de ödenmiş borcu, tam parayı havale edecekken bir arkadaşı 'aman, sakın yapma, bir dolandırıcılık yöntemi bu' demiş. Önce ödüyor, sizden havale geldikten sonra da kendi ödentilerini 'yanlış oldu' diyerek iptal ettirip, yatırdıkları parayı alıyorlarmış. Size de gerçek borcu doğru yere ödemek kalıyormuş. Herkes çapınca dolandırıcı, kimi devleti kimi vatandaşı, kimi az, kimi çok dolandırıyor.

Hayallerimiz de daha doğrusu heveslerimiz de sık sık pazara sürülüyor. İstiyoruz ya, hemen inanıyoruz çoğu kez ve 'he oldu ha olacak, ha geldi ha gelecek' diye bekler oluyoruz. Samsun'a 'hızlı tren müjdesi' veren kaç vali geldi gitti ama tren hep gecikti, bir türlü gelmedi, gelemedi. En son bir önceki valimiz Sayın İbrahim Şahin müjdelemişti 'hızlı tren 2018'de gelecek' diye. O zaman da yazdığım için şimdi rahatım, yani gidenin arkasından yazılmış bir yazı olmayacak bu, belki de bundan sonra gelecek olan birkaç valinin önünde hazır bulacağı bir yazı olacak. Tren hep gecikecek, en azından daha bir on-on beş yıl kadar gelmeyecek.

Son günlerin en gözde tezgahı 'yerli otomobil' pazarında açılıyor. Daha ortada bırakın yumurtayı fol bile yokken kimi belediye başkanları, onlarca hatta yüzlerce otomobil siparişi veriyor kimi başkanlar da 'karlı dağdan kar bağışlama' cömertliğiyle yüzlerce hatta binlerce dönüm bedava arsayı bilabedel tahsis ediyor. Kimse de 'o arsa senin mi ki veresin' diye sormuyor. Arsa ne başkanın şahsi malı ne de başında bulunduğu belediyenin resmi mülkü; arsa hazinenin; onun sahibi ve tahsis makamı da belli. Ama olsun, atalarımız 'dostlar alışverişte görsün' demişler ya o hesap. Kaldı ki, belediyenin mülkü de olsa onu bağışlama hatta satma yetkisi başkanda değil ki?

Daldan dala sıçrıyorum ama olsun, bugün benim hercailiğim üstümde. Yok, yok; 'ben milletvekiliyim ulan, sen kimsin' diyerek beden terbiyesi elemanını döven milletvekilinden de, Yılmaz Özdil'in 'Sen Kimsin' kitabından da bahsetmeyeceğim. Bugün 'şans' ve 'kalite' kelimelerinden bahsedeceğim. Öncelerde yadırganıyordu, artık yadırganmaz oldu her olumsuzu şans sanmamız. 'Hastalanmak gibi bir şansım yok' diyoruz da kimse de 'hastalanmak ne zamandan beri şans oldu ki?' diye sormuyor.

Bir sayın danışman da bir toplantıda yaptığı konuşmada, "eğitim arttıkça şiddetin kalitesi artıyor. Daha inceltilmiş bir şiddet var' demiş. Kaliteli ya da inceltilmiş şiddet! İlk defa duydum ve hiç beğenmedim, eğitimle şiddetin, şiddetle kalitenin biraraya gelmesi/getirilmesi beni oldukça rahatsız etti. Şiddetin dozu ya da uygulama yöntemlerinin karmaşıklığının 'kalite ve incelikle' tanımlanması, Türkçe açısından doğru mu, bilmem ama, benim anlayışımca hiç de hoş değil. Şiddetsiz bir dünya, ne kalitelisi ne de incesi, hiçbirinin yeri olmayan bir dünya, gerçekleşmesi imkansız olsa da hayali bile güzel. Ben ahir ömrümü o hayalle tamamlamaya çalışacağım.