Daha önce bir yerde mi okudum, birinden mi duydum yoksa o anda ben mi yakıştırdım bilmiyorum ama önceki geceden beri 'sanatkar bekletilmez, beklenir' sözü beynimi mesken tutmuş vaziyette.

Bir konsere gittim önceki akşam ve sahnede sanatçılar, koltuklarımızda biz sanatseverler tam on beş dakika Samsun Valisi Sayın Osman Kaymak Bey'in salonu teşriflerini bekledik. Halbuki perde açılmış, sanatçılar alkışlar arasında sahnedeki yerlerini almış ve konserin iki ev sahibinden birisi olan Devlet Su İşleri 7. Bölge Müdürü açış konuşmasına başlamıştı. Tam o esnada Sayın Osman Kaymak'ın konsere gelmekte olduğu bildirildi. Bölge Müdürü önce konuşmasına devam etmek istedi, sonra ev sahibi olarak kentin valisini karşılaması gerektiğini düşünerek özür diledi ve kürsüden indi.

Bir dakika, iki dakika, üç dakika, sonunda salonun arka taraflarında öne doğru İzmir Marşı dalga dalga yayılmaya başladı. Sahnedeki sanatçılar şaşkın ve suskun, salondakiler tepkili. Marş bitti, ardından Gençlik Marşı başladı, o da bitti. Onuncu Yıl marşı da bitmek üzereyken Sayın Kaymak salonu teşrif ettiler ve konser başladı.

Muhteşem bir konserdi, harika bir repertuar, son derece başarılı icralar beni benden aldı bir manevi güzellikler ufkuna taşıdı iki saat süreyle. Musiki ruhun gıdası diyen her kimse, ne kadar doğru söylemiş, bir kere daha gördüm bunu. Gecenin iki sahibi vardı, birisi koroyu kuran ve on beş yıldan beri büyük bir ciddiyetle destekleyen, yaşatan DSİ 7. Bölge Müdürlüğü, diğeri ise geceyi organize eden Atatürk Ortaokulu Müdüriyeti ve Okul Aile Birliği. Her ikisini yürekten kutluyorum. DSİ Korosu mutat konserlerini ya bir okul ya da bir sivil toplum yararına veriyor, bunu da ayrıca kutluyorum. Ama kutlama listesinin başına o muhteşem koronun değerli saz ve ses sanatçıları ile şefleri Sayın Hatice Sevtap Bayraktar Hanımefendiyi alıyorum. Var olsunlar, sağ olsunlar.

Sadece, bu güzellikleri yazmak isterdim ve keşke sadece bunları yazsaydım, yazabilseydim, ne de güzel olurdu ama olmadı, umarım bundan sonra bir daha böyle bir yazı yazmak zorunda kalmam. Kuraldır 'perde zamanında açılır' ve ister oyun olsun, ister konser zamanında başlar ve zamanında biter. Muhteşem bir de örneği vardır bunun bizim geçmişimizde.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün cumhurbaşkanı, Muhsin Ertuğrul'un da Darülbedayi(İstanbul Şehir Tiyatroları) başyönetmenidir. Bir gün, Atatürk'ün tiyatroya geleceği haber verilir ama Atatürk dört dakika gecikir. Muhsin Ertuğrul, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü beklemez, perdeyi tam zamanında açar. Atatürk gelir ama salona girmez, bekler, oyundan sonra da Muhsin Ertuğrul'u ' "İşinizle ilgili ciddiyetiniz ülkenin gelişimini ciddiye aldığınızı gösterir. Biz geç kaldık, siz vazifenizi yaptınız' diyerek tebrik eder.

AH O İSTANBUL

Prof. Dr. İlber Ortaylı Hoca önceki günkü 'İzmir'e Göç Eden Bazı Tiplere Söylüyorum: Miniye, Şorta Karışma' başlıklı köşe yazısında eski İstanbul'u anlatıyordu. Eski dediysem öyle birkaç asır öncesinin değil yarım asır öncesinin İstanbul'u. Ben o İstanbul'u gördüm, o İstanbul'dan keyif ve alabildiğim kadarıyla da feyz aldım, almaya çalıştım; ne yazık ki ben o İstanbul'un ağır ağır ölüşüne de tanık oldum, o acıyı da yaşadım.

İlber Hoca 1950'lerin, 60'ların İstanbul'unu 'radyoların ve pikapların sesi kesilirse biliniz ki 300 metre mesafedeki bir komşunun yakını vefat etmiştir. Tabii cenazelerde gülerek konuşmak dünyanın en ayıp ve olmayacak davranışıydı. Çocuklar mahallede oynardı. İkindi vakti acıkan veletlerin elinde de yiyecekleri bir şey görürdünüz. Bu ya bir havuçtur ya bir ekmek dilimidir, üstüne pekmez bulanmıştır veya bir galetadır veya bir meyve... Mahallede elinde pastayla gezinen çocuk görmezdiniz, çünkü her yerde bunu yiyemeyecek olan vardı. Para teşhir etmek fevkalade ayıptı' diyerek anlatıyor.

Ben sadece o İstanbul'u görmedim, ben o günlerin Samsun'unu da, Ordu'sunu da, Sinop'unu da gördüm. Gözyaşlarım hepsine.