Telefonda sesi öyle içten, öyle heyecanlıydı ki.

Kendi hayatından kesitler verip, eşini ne çok sevdiğini anlattı. Anlattı...

Yirmi beş yıla sığdırılmış dolu dizgin yaşanmış bir gizemli aşkın ve acının öyküsü bu. Sonu acı ve veda ile biten bir öykü.

Bir ara sesi titrerken, gözlerindeki yaşı dahi gördüm sanki.

"Bunları yazmalısın. Mutlaka yazmalısın" diyordu telefonda.

Böyle içten ve samimi konuşmalara son yıllarda az rastlar oldum.

Çünkü herkesin bir kalıbı ve kurgusu var. Kimse olduğu gibi görünmüyor.

Daha açıkçası tam da kendileri olmaktan imtina ediyorlar insanlar.

Herkesin ikinci bir E hali var.

Oysa o benim çok yakın arkadaşım olmamasına rağmen bütün içtenliği ile anlattı durdu.

Şimdilerde kendini nasıl çiçeklere, doğaya ve bitkilere vurduğunu imgeleyerek.

Hayatın kendisine getirdiklerini, sonra da alıp götürdüklerini bir bir sıralayarak hikaye tadında anlattı.

Telefonu kapatıp aynaya baktığımda yüzümde hem hüzün hem de mutluluk vardı. Hayatın salvoları ve voleleri hiç tükenmek bilmiyor.

Adeta bir fırıncı gibi davranıyor hayat insanlara.

Sizi önce bir güzel yoğuruyor. Kiminin hamuruna karbonat, yoğurt, bolca tuz hatta maya koyarken, bir diğerinin hamuruna misk-i amber, lavanta yağı, badem özü ve vanilya koyuyor.

Bazen da hamuru salt su ile yoğurarak kaskatı ve sert bir hamur elde ediyor.

Bitti mi? Hayır elbette... Daha çok işlem yapacak hayat size.

Duruma göre önce merdane ile üzerinizden bir güzel geçiyor.

Bazen yetmiyor bir de oklava geçiriyor hamurunuzun üzerinden.

Siz tam da bittiğini düşündüğünüz anda kalıpları alıyor eline.

Rengarenk, şekil şekil kalıplar. Basıp basıp duruyor kalıpları hamurunuza.

Sonra geri çekilip alnındaki terleri silerken bunları hangi fırında ve hangi ısıda pişirmeliyim diye düşünüyor hayat.

Bundan gayrisi kader, şans ve talihinize kalmış.

Talihin elinde yoğurup top top yaptığı bir hamursunuz siz artık.

Şansınız varsa Paris'te Laduree pastanesinin vitrinine çikolatalı bir macoron olarak düşer, şık tabaklarda arz-ı endam edilirsiniz.

Ya da kuru, gevrek bir simit olarak ara sokak fırınının kara tepsilerine dizilip çay ve peynire meze olursunuz.

Kiminiz kat kat bir pastada tat olup ağızlarda leziz bir rahiya bırakır.

Kiminiz Marie Antoinette pastası olursunuz.

Kiminizin kreması frambuazlı olurken, diğerinin payına ekşi krema düşer.

Hayat bu işte, ne yapacağı hiç belli olmaz.

Çeşit çeşit servisleri vardır. Bazen nadide porselen tabaklar kullanırken, çatlak kalın tabaklar kullanmayı da ihmal etmez hayat.

Ya da ala gümüş tabaklara koyar sizi.

Dedim ya hiç mi hiç belli olmaz. Sinsidir hayat. Gizlidir, gizemlidir.

Sizi bir dantel gibi ince bir tığ ile işlerken, bir de bakmışsınız dokuz numara şişleri bedeninize sokuverir.

Çünkü siz hayatın elinde bir oyuncaksınız artık.

Dilediği gibi sizinle oynama ve sizi oyma serbestisi vardır hayatın.

Arkadaşım da tüm bu betimlemelerin içinden geçmiş.

Kah dünyanın öbür ucunda, kah deniz aşırı bir ülkede acısını, eşini, kendine katık etmiş.

Hayatın çarkı hiç durmadan dönmüş, onları da döndürmüş.

Ta ki veda vakti gelene kadar.

Eşi giderken son kez bakmış gözlerine onun.

Bir de ilk bakışını hiç unutamıyor.

Arkadaşım kim mi söyleyemem yazamam.

Adı bende saklı...

Bir gün o yerde, o tepede anlatacak kahvelerimizi yudumlarken yaşamının gerisini.

Bitmeyen yeisini ve çok sevdiği çiçeklerini...

SOKAKLAR SOĞUK VE ISSIZ .

ONLAR İÇİN BİR KALP SEVGİ . BİR KAP YEMEK LÜTFEN