Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2017 yılı dördüncü çeyrek 'Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla' verisini açıkladı. Üretim yöntemine göre dört dönem toplamıyla elde edilen yıllık GSYH, zincirlenmiş hacim endeksi olarak (2009=100), 2017 yılında bir önceki yıla göre yüzde 7,4 arttı.

Üretim yöntemine göre cari fiyatlarla GSYH, 2017 yılında bir önceki yıla göre yüzde 19 artarak 3 trilyon 104 milyar 907 milyon TL oldu. Gayrisafi yurtiçi hasılayı oluşturan faaliyetler incelendiğinde; 2017 yılında zincirlenmiş hacim endeksi olarak tarım sektörünün katma değeri yüzde 4,7 arttı, sanayi sektörü yüzde 9,2 arttı, inşaat sektörü yüzde 8,9 arttı. Ticaret, ulaştırma, konaklama ve yiyecek hizmeti faaliyetlerinin toplamından oluşan hizmetler sektörünün katma değeri yüzde 10,7 arttı.

2017 yılında kişi başına GSYH cari fiyatlarla 38 660 TL, ABD doları cinsinden 10 597 Dolar olarak hesaplandı.

Bu hesaplara göre Türkiye senyoraj hakkını kullanarak dışarıdan dövize borçlanmadan 3 trilyon TL nin üzerinde kendi parasını basabilir. Bir ülkenin kendi parasını basabilme yetkisidir bu senyoraj hakkı! Bu konu hakkında sık sık konuşan Prof. H. Baş dikkatleri çekse de hükümet tarafından ne hikmetse kaale pek alınmıyor. Tuhaf bir durum! Bu konu ile ilgili yazdığı yazı hayli dikkat çekici, bilgilendirici ve şöyle: 'Uludağ Ekonomi Zirvesi'nde konuşan Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, Türkiye'nin dev şirketlerinin, borç ve ipotek batağı içinde olduklarını dile getiren serzenişlerine karşılık, 'Dolar ile borçlanmayın, şirketlere yabancı ortak alın' tavsiyesinde bulunmuş.
Hükümetin, borç batağında olan şirketlere tavsiyesi bir 'IMF dayatması' olabildi maalesef. Gerçi başka bir çözüm sunmasına da imkan bulunmuyor.
Bugün tedavülde gezen, üzerinde TL yazan banknotların esasen 'milli paramız' olmadığının altını defaatle çizdik. "Dünya Bankası, IMF ve Dünya Ticaret Örgütü" üçlüsü kapitalizmin ekonomik ayağını oluşturur. Dünya Bankası ülkeleri borçlandırarak kontrol altına alır; IMF borcunu ödeyebilecek bir değeri kalmayan devletlere yaptırımlar uygulayarak o ülkelerin işgalini sağlar; Dünya Ticaret Örgütü'nün fonksiyonu ise, küresel güçlerin uluslararası ticaretini hiçbir itiraz ile karşılaşmadan sürdürmelerinin önünü açmaktır.
Bu şartların olgunlaşabilmesi için Kemal Derviş döneminde bize yapıldığı gibi önce merkez bankaları özelleştirilerek para basma yetkisi engellenir. Ceplerimizde taşıdığımız paralara kadar tedavüldeki paranın alınan döviz borcu karşılığında basılarak piyasaya sürülmesi sağlanır.
Aynı zamanda dövizin o ülkenin milli parası gibi serbestçe dolaşımının önündeki engeller de kaldırılır. Bundan sonra milli devletlerin ihtiyaç duydukları finans, küresel güçler tarafından kredi verilerek karşılanır.
Yani yerli emek ve üretimin karşılığı küresel güçlere borçlanılır. İşte bugün Türk ekonomisi bu girdapta son nefesini vermektedir. Bankalar ve yerli şirketler; tüketim pazarı daraldığı için üretimden ziyade dışarıdan borçlanarak aldıkları dövizi içeride TL'ye çevirerek devlete sattılar. Öyle ki, 500 büyük sanayi kuruluşu, son dönemde bilançolarında faaliyet dışı karlarının, faaliyet karlarından yüksek olduğunu beyan etti. Para basma yetkisi elinden alınan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bankalara ve şirketlere olan iç borç miktarı 585 milyar TL'yi aşmış durumda. Dövizdeki önlenemez yükseliş ise şirketlerin dışarıdan aldığı döviz borcunu ödemesini güçleştiren tehlikeli bir durum. 6 ay önce Eylül ayında 3.39 TL olan doların bugün 4 TL seviyesine çıkması demek; 6 ay önce alınan dolar borcunun bugün yaklaşık 20 seviyesinde artması manasına geliyor. Özel sektörün 2017 yılı 3. çeyreği itibariyle yaklaşık 308 milyar dolar borcu var ve bunun 93 milyar dolarlık kısmı bir yıl içerisinde ödenmek zorunda. 500 büyük sanayi kuruluşunun yıllık karının 40 milyar TL olduğu düşünüldüğünde dövizdeki bu küçük dalgalanma, 6 yıllık karlarını yok etmiş durumda. İşte bu şartlarda Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı'ndan gelen 'yabancı ortak' alın sözü; can çekişen Türk sanayicisine, 'şirketini yabancıya sat, kurtul' tavsiyesidir.
Kapitalist düzenin ikinci bir çözümü yok aslında. Bir avuç sermayedara ülkeyi, kaynakları, emeği ve üretimi sunmak bilinen yegane kuralıdır. Para basmak yerine 'hard currency' denilen yabancı para cinsinden alınan kredilerin karşılığı basılan Türk Lirası, dövizin tercümesi olduğu için 'milli para' değildir.
Biz, Milli Ekonomi Modeli'ndeki 'milli para' tanımı ile global sermayenin kağıdı boyayarak ülkelerin emek ve üretimini almalarının önüne geçiyoruz. Modelimizde para, emeğin ve üretimin karşılığı olması ile devletlere senyoraj hakkını tanır. Piyasalarda üretim arttıkça buna karşılık para miktarının da belli oranda artması gerekir. Bir çiftçinin tarlasına mısır ekmeye karar verdiğini düşünelim.
Bin lira ile tohumunu almış, tarlasını sürmüş, gübresini atmış olsun. Sene sonunda ise eline beş bin liralık ürün geçtiğini varsayalım. Beş bin liralık mala karşılık, piyasadaki bin liranın yetersiz olduğu, dört bin değerinde yeni paraya ihtiyaç olduğu açıktır. Aradaki farkı kapatmak için emisyon hacmini dört bin lira daha arttırmak zorundayız.
Yani her yıl büyüyen ekonomilerde büyümeye bağlı olarak emisyon hacminin arttırılması gerekir. Ülkemiz için düşünürsek Merkez Bankamız, dışarıdan faizle alınan borç para ile piyasaların bu açığını kapatmaya çalışmaktadır. Milli Devlet'in para politikası ise, piyasaların bağımsız hale gelmesini sağlamaktır. Senyorajı devreye koyarak emisyon genişletilmektedir.
Parayı emeğin ve üretimin karşılığı olarak piyasalarda bulunduracak olan Milli Ekonomi Modeli'nde para maliyetsizdir. Bugün sistemin ihtiyacı olan da bu paradır.
Global sermaye önce Türk özel sektörünü borçlandırdı; tefeci yaptı, sonra doları bir yukarı çekti şimdi Türk firmalarını batırıp teker teker satın alıyor.
Bu oyunun alt yapısını iktidar oluşturdu.
Onlar da Haydar Hoca'yı dinleseydi, bunların hiçbiri olmazdı. Kendi düşen ağlamaz.' Diye bitiriyor ama düşen 80 milyon ve hepimiz ağlıyoruz!