18 Nisan 1999 akşamı daha seçim sonuçları belli olur olmaz 'millet onlara muhalefet görevi verdi' diyerek Doğru Yol ve Refah Partisi'ne koalisyon kapısını, daha doğrusu kendisine başbakanlık kapısını tez elden kapatmıştı. Sonrasında ANAP içindeki ülkücü kökenli milletvekillerinin transferini önleyerek ayağına gelen başbakanlık kapısını bir daha açılmamak üzere ikinci defa kapatmıştı. Başbakan olmayı sevmiyor muydu yoksa başbakanlıktan korkuyor muydu, hiç anlayamadım.

Beyefendiydi, özellikle de Başbakan Ecevit'e karşı son derece saygılıydı. O kadar ki, ona olan saygısından olsa gerek Rahşan Hanım'ın ülkücülere olan ağır hakaretlerine sessiz kalmış ama MHP milletvekili Ali Güngör'ün Bülent Ecevit'e yönelik -hiç de hakaret içermeyen- sert eleştirisine rahmetliyi partisinden ihraç ederek yanıt vermişti.

IMF tarafından memur olarak gönderilen Kemal Derviş'i geldiği yere gönderemeyince Ülkücü kökenden gelen Prof. Dr. Enis Öksüz'ü bakanlıktan göndermişti. Yabancıya karşı son derece kibardı ama Ülkücü arkadaşlarına karşı da bir o kadar acımasız mıydı, neydi? O Enis Öksüz ki, merhum Başbuğ'un ölümünden sonraki ilk genel kurulda ilan ettiği adaylığından onun lehine çekilmişti.

2001 ekonomik krizinin sıkıntısını milletle birlikte çekmiş, tam da krizden çıkılacağı ve de içilen acı ilacın faydasının görüleceği bir zamanda seçim' diye tutturmuştu. Gerekçesi netti, partisine 'tuzak kuruluyordu, MHP'siz bir hükümet tezgahlanıyordu, erken seçim isteyerek o tuzağı bozacaktı', partisini Meclis dışında bıraktı. Sadece kendi partisi değil, DYP ve ANAP da Meclis dışı kalmış, daha bir yıl önce kurulan AKP, yüzde 36 oy oranıyla yüzde 66'ya denk milletvekilliği kazanmıştı. O yolu açmış, Allah 'yürü ya kulum' demiş, millet de bir tutmuş ama pir tutmuş, AKP kazandığı koltuğu bir daha bırakmamıştı.

7 Haziran'da bırakacakmış(!) gibi olmuş ama yine imdadına o yetişmişti. Daha sonuçlar belli olur olmaz 'alayına rest, hemen seçim' demişti. Halbuki, akıl almaz bir başarı yakalamış, koalisyon ortağı olma ya da kurulacak koalisyonların kaderini belirleme gücünü elde etmişti. Daha önce 3 Kasım'da seçim partisini iktidardan ve Meclis'ten etmişti, bu kez de 1 Kasım'da seçim diyerek bir basamak daha aşağıya, HDP'den geriye düşürmüş ve siyasetin yapıcı aktörü olmaktan çıkartmıştı.

Seçimin üzerinden henüz bir yıl geçmeden neden icap ettiğini hiç anlatmadığı ve kimsenin de anlamadığı bir çıkışla bu sefer de 'anayasa referandumuna' götürdü ülkeyi. Götürdü ve AK Parti'nin önünü bir kere daha açtı. Recep Tayyip Erdoğan'ı son derece geniş yetkilerle donatılmış olarak devlet başkanlığına taşıdı.

2002'de ekonomik sorunlarla yıpranmış ve yorulmuş partisi tam da düze çıkacağı bir zamanda seçimlere daha bir buçuk yıl varken istediği erken seçim AK Parti'yi iktidara taşımıştı. Şimdi de yine seçimlere bir buçuk yıl kala erken seçim istedi ve AK Parti, onun istediği tarihten de önce bir tarih açıkladı. Birinci de partisini hem iktidardan etmiş, hem de Meclis dışında bırakmıştı. Bakalım bunda ne yapacak? Erzurumlu İbrahim Hakkı 'Görelim Mevla'm neyler, neylerse güzel eyler' der. Mevla'm neylerse güzel eyler ama millet güzel eyler mi? Onu da 24 Haziran'da göreceğiz.

Merak ettiğim o değil, merak ettiğim şu 'beka' meselesi. Ordumuz Kuzey Suriye'de ecdadına layık destanlar yazarken, içeride teröristlere darbe üstüne darbe vurulurken, açıklanan rakamlara göre ekonomi 'görülmemiş büyüme rekorları kırarken' ve de 'tüm dünya bizi kıskanırken' ne oldu da birden bire bir beka sorunu ortaya çıktı da erken, yok erkende erken, acilden acil bir seçim zarureti doğdu. Ve nasıl oldu da tüm bilgilere sahip işbaşındaki hükümetin ve Cumhurbaşkanı'nın gör(e)mediği 'beka sorununu' bir muhalif genel başkan gördü ve hükümeti bir konuşmayla ikna ederek ülkeyi erken seçime sürükledi?

Ben anlayamadım, ya siz? Eğer anladıysanız, ne olur, biriniz şu beka meselesini şöyle bir tane tane anlatsanız da ben de anlasam ve öğrensem.