Biliyorum; çok acı ve ağır bir başlık; ne anlama geldiğinden haberim var. İçim kan ağlayarak atıyorum bu başlığı. Umutsuzluk falan değil, bir endişe ve erken uyarı, belki de erken uyarı bile değil, geç kalmış bir alarm.

Madde manayı teslim almış ya da almak üzere, şekil özü boğmuş ya da öz son nefesini vermek üzere ve biz son derece önemli bir seçime giderken manayı bir kenara bırakmış sadece maddenin muhtemel nimetlerine odaklanmış vaziyetteyiz. Niteliği niceliğe, mazrufu zarfa kurban vermişiz ama hiç mi hiç umursamıyoruz. Her şeyi maddeyle ölçen, alan ve satan bir toplum olduk, ama ya farkında değiliz ya da bunu bile umursamıyoruz.

Gelenekten bahsediyoruz olur olmaz yerde, 'Osmanlı torunu' olmakla övünüyoruz Osmanlıdan bihaber olduğumuz halde. Geleneği adaptan, edepten, nezaketten, hadden, izzetten, iffetten, irfandan soyutlayarak sadece şekle, o da kıl ve kılıktan ibaret bir şekle hapseden medeniyet fukaralığının Osmanlı'ya halef olmak iddiası kadar acı ve komik bir iddia olabilir mi?

Sadece 'mekanik bir büyüklük' değildir Osmanlı, bir inceliktir, bir tevazudur, bir uyumdur. Osmanlı mimarisi insanı ezen devasa büyüklüklerin peşinde koşmaz tam tersine insanla uyumlu ölçülere hapseder mimariyi. Alın o güzelim selatin camilerini, alın o birbirinden güzel mescitleri ve de tam iki asır cihana nizam verilen mekan olan Topkapı sarayını. O sebiller, o hacet taşları, o namazgahlar ve daha niceleri, o imbikten süzülmüş bir zarafeti ve insana ve çevreye saygılı bir büyük medeniyeti temsil eder.

'Selam kelamdan önce gelir' diyen ve bunu hayatın düsturu yapan, birbirine 'mirim, üstadım, iki gözüm, efendim' diye hitap eden bir medeniyet mensuplarının torunu olmakla vara yoğa övünenlerinin selam pintiliğine mi yanmalıyım yoksa hitap saygısızlığına mı hayıflanmalıyım? Bilemiyorum ama yaşadıklarım, gördüklerim karşısında kahroluyorum.

Bir dostum 'biz son kuşağız o medeniyetin kültürünü yaşayan' demişti bir sohbet esnasında. Haklıydı, biz o medeniyetin son çağını yakaladık, lezzetini tattık ama ne yazık ki o güzellikleri bizden sonraki nesle aktaramadık. Belki de hüznümüzün büyüklüğü ve giderek taşınamaz olması bundadır.

'Selamsız, saygısız, sevgisiz bir dünyaya' gidiş benim gözümde felakete gidiştir ve bu yazıya bu başlığı verişimde bundandır. Gençleri suçlamak çok kolay ama ahlaki değil. O gençler bizim eserimiz, anne baba olarak, eğitimciler olarak ama hepsinden de önemlisi siyasetçiler ve yöneticiler olarak bizim eserimiz. Onları suçlamak değil, yaptıklarının yanlış olduğunu söylemek, hayır söylemek yetmez, doğru örneklerini ortaya koyarak onlara anlatmak zorundayız. Ne yazık ki, ne asıl sorunun farkındayız ne de çözüm arayışındayız.

Yeni bir seçime gittiğimiz şu günlerde iktidarıyla muhalefetiyle hemen herkes maddenin, maddi değerlerin derdinde. Biri beş verirse diğeri on vermek vadinde. Ama 'manevi değerlerden, Osmanlı medeniyetinin adap, edep, insan ve çevre anlayışından' bahseden yok. Bilinmediğinden ya da önemsenmediğinden mi? Yoksa seçmen nezdinde satın alınmayacağı düşünüldüğünden mi?

Evet; biz o güzellikleri gören, yaşayan ama yaşatamayan son nesiliz. Belki de hüznümüz bundandır.