Belki de savrulmak yerine çırpınmak demeliydim ama gönlüm razı olmadı bu kelimeye, milli gururum izin vermedi. Hafif bir kelime, bize yakışmıyor, en azından ben yakıştıramıyorum. Onun için de 'ifratla tefrit arasında savrulmak' ya da 'ifratla tefrit arasında gidip gelmek' demeyi tercih ediyorum.

İfrat bir uçtaki aşırılık, tefritse öbür uçtaki aşırılık; deyim de 'bir aşırılıktan bir başka aşırılığa gidiş gelişi ya da savrulmayı' anlatmak için kullanılırmış eski zamanlarda. Benimkisi eskiye özlem değil ama yeniler henüz bu deyimlerin yerine daha tutarlısını ya da daha bir 'efradını cami ağyarını mani' bir deyim koymadıkları/koyamadıkları için eskileri tercih ediyorum, tıpkı şimdi yaptığım gibi. Bu 'efradını cami ağyarını mani' deyimi de eski, tanımlamalar, tarifler, anlatımlar için kullanılır. Gerekeni almak gereksizi atmak, eksiği gediği, fazlası artığı olmayan demek...

'İfratla tefrit arasında savrulmak' çok sık başvurduğumuz bir hatamız, maalesef bir türlü terk edemediğimiz kötü bir huyumuz. Halkımız da 'vur deyince öldürmek' deyimiyle aşırılıklarımıza dikkat çekmeye çalışıyor. Alışkanlıkların bireysel planda kalması da kötü ama asıl kötü olan bunun milli meseleler söz konusu olduğunda ortaya çıkması, sergilenmesi.

Sıkıntılarımız var, kimisi geçmişten gelen kimisi bugünden kaynaklanan, kimisi coğrafyanın dayattığı ve kaçınılmaz, kimisi de hariciyenin ya da siyasetin ürünü. Hariciye ve siyaset dediysem sadece bizim hariciyemizi ve siyasetimizi kast ettiğim sanılmasın, dış siyaset dünyası ve hariciyelerin birkaç asırlık hayalleri ve planlarıdır asıl olan.

Şark Meselesi ya da bugünkü dille Doğu Sorunu iki asırlık bir sorundur, bir hesaptır, bir projedir ve hatta kimilerine göre on asırlıktır. Onlara göre 1815 adının konduğu tarihtir yoksa başlangıcı ta 1071'e, Malazgirt'te kilidini açıp Anadolu'ya ayak basmamıza kadar gider. Bu coğrafyada yaşamak sadece yürek istemez, aynı zamanda akıl da ister, sabır da, sağduyu da, basiret ve liyakat ve elbet uzun vadeli milli planlar da ister.

Biz bu coğrafyada 'olmak ya da olmamanın son kavgasını' yüz yıl önce verdik son defa ve olduk ve hep olacağız. O ruha, o imana, o kararlılığa ve o basirete sahip olduktan sonra kim bizi bu topraklardan atabilir ki? Bu topraklar ki, tarihin en kanlı ama en şanlı savaşlarına ve zaferlerine şahit olmuştur, bu topraklar ki, her santimi şehit kanıyla sulanmıştır; kimin haddine ki, kirli ayaklarıyla b topraklara basa ve bizi bu mübarek topraklardan ata.

Zor günlerden geçiyoruz ya, milli birlik kelimesine her zamandan daha fazla vurgu yapıyoruz ya, bu konuya girişim tam da bundandır. Başlamak ama unutmamak ve elbet cıvıtmamak, sulandırmamak, milli meseleleri ucuzlatmadan ve bireysel çirkinliklere alet etmeden…

'Unutmadan' faslına ayrıca geleceğim ama şu cıvıtma ve şu ucuzlatma meselesine daha önce de dokunmuştum, yine bir iki cümleyle de olsa dokunacağım. Yüz dolar bozdurana bir simit ilanı acaba ne kadar meseleye hitap eder ya da ne kadar bireysel bir reklama yarar sağlar? Dolara sümküren adam bir milli tavır mı koymakta yoksa bir çirkin fotoğrafı servis etmekte ve bir milli adap ve edep katliamı mı sergilemekte? Sosyal medyanın kontrolsüzlüğünü anlarım da bu ucuzlukları haberleştiren Türk basınını anlamam/anlayamam.

'Unutmadan' demiştim, evet insan unutur ama milletler unutamazlar, unutmamak mecburiyetindedirler. Kin gütmek için değil kinlere kurban gitmemek, başkalarının tezgahına düşmemek ve elbet bir kenara konulmuş milli faturaları günü geldiğinde tahsil etmek için. Gasp edilmiş hakkımızı ve uğradığımız haksızlıkları hatırlamak asla saldırganlık değildir, bu böyle biline.

Eğer dünü unutmaz ve yarını dünün ışığında doğru okursak ilk yapacağımız iş siyasetin dar sokaklarında birbirimize kurşun sıkmak değil milli şuurun geniş meydanlarında el ele, kol kola, omuz omza horana durmak, halay çekmek ve de seğmen düzmektir. Tıpkı Milli Mücadelede olduğu gibi…