Bundan tam 30 yıl önce idi. Atakum' da dağların tepesine ev yaptığımız.

Yıl 1988...

Ne bir yol, ne bir iz... Ne de bugünün kaosu.

Tek bir küçücük bakkal vardı.

Bakkal olmasına karşın market özlemi ile Deniz Market demişti bakkalına.

Bilmem o da yaşıyor mu hala? Her şeyi bulamazdın bu bakkal markette.

Hele bizim evimizin oralarda bırak tuzu, ekmeği su bile bulamazdın.

Bahçedeki sarnıcı taşıma su ile doldurur çok tasarruflu kullanırdık sonrasında.

Bahçede açtığımız artezyen kuyusu da çok nazlı su verirdi.

Kar yağdı mı sanki kuzey kutbunda oturur gibi idik. İglolarımız eksikti sadece.

Çatıdaki sarkıtlar günlerce erimek bilmezdi saçaklardan.

Bembeyaz keskin kılıçlar gibi salınırlardı günlerce. Kış güneşi güzel yüzünü gösterdiğinde şıp şıp damlardı sular. Monoton tek düze şıp... şıp...

Lapa lapa yağan karla bahçedeki çamlar raks ederdi adeta.

Köpeklerim vardı irili, ufaklı. Karın içine gömülüp kaybolurlar zıplayarak koşarlardı keyifle.

Hele de doğarsa mehtap, sarhoş ederdi insanı geceden geceden.

Bu kez altın sarısı karların içinde kaybolup giderdim.

Bahçeye çıkıp şöyle bir dolanınca, bir uçtan bir uca.

Bütün şehir ayaklarımın altında idi.

Engiz burnu, şimdinin kuş cenneti. O zamanın "Kaymakam kampı" denen yerleri bir siluet gibi görürdüm.

Başımın üstünde uçsuz bucaksız gökyüzü, kulağımda kuş sesleri ve hatta bülbüller... Mayıs ayı gelende.

Ayaklarımın altında idi sanki Samsun.

Gözlerimde ise koskocaman Karadeniz. Beklerdim Perşembe günlerini hasretle.

Bir beyaz gemi gelirdi İstanbul'dan kuğu gibi. Yalnızca Perşembeleri...

Koskoca umman da tek bir beyaz gemi. Uzaktan gördüm mü dakikalarca gelişini izler.

Limana kadar yol ederdim beyaz gemiyi.

Perşembe demek beyaz gemi idi benim için.

En sevdiğim ise, bahçenin demir kapılarını kapatıp, aşağı ana caddeye kadar yürüyerek yokuş aşağı inmekti.

Köy yolu idi. Kışın çamurlu çukurlu. Yazları çakıllı kumlu bir yol.

Caddeye kadar kıvrılarak inerdi inceden bir yol.

Sonrasında dakikalarca bekleyip beni şehre götürecek dolmuşu binmek.

İşim bittiğinde koşarak sevinçle dönmek eve. Şehrin hengamesinden, gürültüsünden kurtulmak. Şimdilerde merak ediyorum bu insanlar nereye kaçabilir diye.

Ben iyi ki o günleri gördüm ve dağarcığıma nakş ettim. Ne çok şanslı imişim.

Bahçemde yemyeşil çimlerin ortasında oturup çamların gölgesi kafama vurduğunda.

Çok sormuşumdur Tanrı 'ya. "Allah'ım ben cennete miyim?" diye.

Kuşların üzerime pike yaptığı günler. Sabahları bilirlerdi ki buğday zamanı.

Dalların üzerinde kargaların bile beni beklediğini bilirdim. Ardından kumrular...

Bir boğaz telaşı başlardı. Sen mi ben mi önceden yiyeceğim temaşası.

Elbette serçeler kalırdı sona.

Bu arada bana kilolarca yem alıp taşıyan Şirin kızımı unutmamalıyım.

Şimdi onun da kocaman oğulları var. Bilmem bana yem getirir mi gene?

Yaz geldi mi göz alabildiğine tütün tarlaları. O zamanlar tütün kotası yoktu.

Güz geldi mi başka olurdu sabahlar.

Ekin tarlalarının uçsuz bucaksızlığını. Başakların rüzgarla bir sağa, bir sola salınışını.

Toprağın mis kokusunu, sessizliğin ve yalnızlığın gizemini.

"HEY" denilen sepetlere doldurulmuş yeşil tütün destelerini.

Akşamüstü koyun sürülerinin eve dönerken boyunlarındaki çanların sesini.

Yoktu farkım başıboş, zamansız, mekansız yılkı atlarından.

Özgürdüm. Samsun'un dağları, tepeleri, semaları benimdi sanki bir zamanlar.

Sonra çok yıllar geçti aradan. Ardından da ayırdı yaratan, beni vatanımdan.

Dönüp geldiğimde bütün kuşlar susmuş. Dağları yok olmuş.

Tarlalar rezidanslara teslim olmuştu.

Benim küçük nar ağacım, gül ibrişim-im, çamlarım, eriğim, vişnem, sarı mimozalarım

kirazım, ıhlamurum hepsi beton altında nefessiz kalmış.

Hep bir sevgiliye mektup yazılmaz ya !..

Bazen de bir şehre mektup yazılır.

SOKAK HAYVANLARI İÇİN BİR KAP YEMEK BİR KALP SEVGİ




.



.