Değerli hemşerilerim;

Haber Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve çok sevdiğim büyüğüm Sayın Osman Kara'nın takdiri doğrultusunda, bu köşeden sıram geldikçe sizlerle buluşacağım. Yazılarım, son yıllarda üzerinde çalıştığım ve artık tamamlama aşamasına ulaştığım yeni kitabımın da konusunu teşkil eden 'gelecek' hakkında olacak. İnsanlığın nasıl bir sosyo-ekono-politik geleceğe doğru ilerlediği, 22. yüzyıla giden yolda bizi hangi fırsatlar ve risklerin beklediği ve bütün bunların ülkemize ne gibi yansımaları olabileceği sorularını dilim döndüğünce yanıtlamaya çalışacağım. Bunu yaparken esas olarak, alana ilişkin düşünce, çalışma ve araştırmaların oluşturduğu büyük bir kaynak havuzundan yararlanıyor olacağım; ama elbette yeri geldikçe kendi öngörülerimi de sizlerle paylaşacağım. Sayın Kara'ya bana bu fırsatı verdiği için teşekkür ediyor ve tüm okuyucuları saygıyla selamlıyorum.

Gelecek denince çoğu insanın hayalinde bilimkurgu edebiyatı ve sinemasında sıkça betimlenen tarzda bir manzara beliriverir. Uçan arabalar, biri konup biri kalkan uzay araçları, düşünce ve his sahibi robotlar, bu manzaranın neredeyse değişmez unsurlarıdır. İyimserlerin bakış açısına göre böyle bir tekno-bilimsel gelecekte insanları hastalıklardan ve hatta ölümden bile muaf tutabilmek mümkün olacak, doğal çevre onarılacak ve korunacak, demokrasi dışı yöntemler ve savaşlar her ulusa aptalca görünmeye başlayacak, dünya medeni ve mutlu bir kitlenin evi haline dönüşecektir. Kötümserler ise ilerleyen teknolojinin her şeyi izleyen otoriter yönetimlere, daha vahşi bir kapitalizme ve derin bir eşitsizlik düzenine yol açacağını, nihayetinde de bir yerinden patlak verip insanlığı tam bir felakete sürükleyeceğini düşünürler. Oysa gerçek hayat, nadiren Hollywood'a benzer. Genellikle kendisine ütopya ve distopyalara eşit mesafede bir orta yol belirler ve oradan akıp gider. Dolayısıyla hem iyimserler ve hem de kötümserlerin geleceğe dair beklentileri duvara toslamaya mahkûm gibi görünmektedir.

'Orta yol'cular çoğu zaman haklı çıkmakla beraber, tarihin mükemmele değilse bile hep biraz daha iyiye doğru geliştiği de bir vakıadır. Özellikle bilim ve sanayi devrimlerinden bu tarafa peyderpey kıtlıklar yok edilmiş, sığır vebası ve çiçek hastalığı gibi illetlerin kökü kurutulmuş, doğal afetlerin yıkıcılığı dizginlenebilmiş, Ay'a yolculuk yapılmış, bilgi çağına adım atılmış, insanoğlunun ortalama yaşam süresi üçe katlanmıştır. Bu süreçte sadece olağanüstü bir tıp ve mühendislik gücü kazanmadık. İnsanlığın ufkunu açan bilimsel ve akılcı düşünce, gerçek kralları da tahtlarından indirip insan haklarına ve kalıcı bir barışa giden yolu döşedi. Irkçılık ve renk ayrımcılığının meşruiyet dayanağını teşkil eden akıl dışı önyargıların yok edilmesiyle kölelik kalktı, sömürgecilik bitti, işkence ve idam dünyanın büyük bölümünde cari hukukun uygulamaları olmaktan çıktı. Günümüz itibariyle tek tük ülkelerde görülen irtifa kayıplarına rağmen küresel demokrasi endeksi hiç olmadığı seviyelere tırmanmış durumda ve artık dünya nüfusunun yüzde altmış beşinden fazlası insan haklarına dayalı demokratik rejimler altında yaşıyor. Tarih boyunca hiç eksik olmayan savaşlar, şimdi Ortadoğu ve Orta Afrika gibi birkaç istisnai bölge hariç, dünyanın genelinde unutulmaya yüz tutmuş bir nostalji olarak görülüyor. Süper güçler yaklaşık yetmiş beş yıldır birbirleri ile savaşmıyor, devam eden iç savaşlar ise birer ikişer sonlanıyor. Gelişimin en önemli kriterlerinden biri olan sıradan insanın yaşam standardı da şüpheye mahal bırakmayacak bir biçimde iyiye doğru gitti ve gidiyor. Günümüzde ortalama bir ülkede yaşayan ortalama bir vatandaş, eski çağlarda hayal bile edilemeyecek olanaklarla eşi benzeri görülmemiş bir bolluk ve refah içinde yaşıyor. Bugün Samsun'da bir apartman dairesinde yaşayan, her an sıcak suya ve evinin altındaki markette satılan envai çeşit gıda maddesine erişim imkanı bulunan, motorlu taşıtlar sayesinde istediği yere kısa sürede ulaşabilen, hastalandığında tam teşekküllü hastanelerde muayene olabilen ve cebinde taşıdığı el içi kadar bir cihaz ile bütün dünyanın bilgisine bir tık uzaklıkta olan sıradan bir kişi, Ortaçağ'ın en kudretli krallarından bile daha büyük bir konfor içerisinde hayat sürüyor. Üstelik bu gelişmelerin hiçbiri borsadaki gibi kaotik iniş çıkışlara tabi olmayıp, her biri kademeli biçimde eskinin üstüne koyarak bugünlere gelmiş ve geleceğe dair umutları daha da artıran gelişmeler olarak öne çıkıyor.

Öte yandan içinde bulunduğumuz çağın potansiyel riskleri ve tehlikeleri de tarihte eşi benzeri gösterilemeyecek kadar büyüktür. Bunların biri çevresel ve öteki ekonomik olmak üzere en önemli iki tanesi, küresel iklim değişikliği ile teknolojik işsizlik dalgasıdır. Sanayi devriminden bu yana geçen son 150-200 yıldır durmaksızın toprak altından çıkararak yaktığımız fosil yakıtlar, atmosfere bol miktarda karbondioksit salınmasına neden oldular ve halen de oluyorlar. Artan insan nüfusuna bağlı olarak dünyanın hemen her tarafında kontrolden çıkmış bir hızla devam eden şehirleşmenin yol açtığı ormansızlaşma, karbondioksitin doğal yolla emilimini günden güne daha zor hale getiriyor. Dünyanın ortalama sıcaklığı artıp kutuplardaki buzullar eridikçe ve Sibirya gibi tundra bölgelerindeki donmuş topraklar çözüldükçe deniz seviyeleri yükseliyor. Düşük sahil bölgeleri sular altında kalıyor, topraklarımız tahıl üretimi için aşırı tuzlu hale geliyor, artan sıcaklığa ve yaygınlık kazanan çeşitli virüslere bağlı olarak insan grupları için hayati tehlikeler yaratan bazı hastalıklar çoğalıyor. Yağışlar dengesizleşiyor, tatlı su kaynakları azalıyor ve kürenin geniş bir kesimi adım adım kuraklığa mahkum olmaya başlıyor. Adeta yaşanamaz hale gelen büyük şehirlerde yazın binlere kadar varan sayılarda insan ölümleri rapor ediliyor. Tabii ormanlar daha fazla yanıyor ve dolayısıyla erozyonlar daha çok oluyor. Bütün bu zincirleme etkiler sonucunda yaşam alanlarını kaybeden canlı türlerinin de hızla nesli tükeniyor. Bilim insanları, hiçbir tedbir alınmadığı ve fosil yakıt kullanımı aynı hızla devam ettiği takdirde, 21. yüzyılın sonuna doğru dünya sıcaklığında 3,5-4°C'lik artışı görebileceğimizi söylüyorlar. Bu oranda bir sıcaklık artışı gerçekleştiği takdirde kutup buzul örtülerinin bir daha oluşmamacasına temelli yok olacağını, denizlerin beş ila on metre yükseleceğini, tatlı su kaynaklarındaki tükenişin dünya nüfusunun yüzde sekseninden fazlasını etkiler hale geleceğini ve yığınlar halinde canlı türlerinin neslinin tükenmesine yol açacağını idrak etmemiz gerekiyor. Başka bir ifadeyle dünya, son 450 milyon yılda beş kez tecrübe ettiği ve en bilineni 65 milyon yıl önce dinozorları yok eden biyolojik yıkımlardan birini daha, bu kez insan etkisi dolayısıyla yaşama riskiyle karşı karşıya kalmış durumda. Ayrıca ilk sular altında kalacak olan Bangladeş, Vietnam ve Mısır gibi bölgelerden kaçışacak yüz milyonlarca mültecinin yol açacağı siyasi kaosu hayal etmek çok zor olmasa gerektir. Tatlı su kaynakları için çıkabilecek çatışmalar, artan insan nüfusunu doyurmak için elzem olan tarım arazilerinin kaybının sebep olacağı krizler ve küresel sistemin içine düşeceği sayısız açmaz da cabasıdır.

Artan dünya nüfusu, uzayan ömürler ve bir türlü kurtulamadığımız karbon bazlı enerji rejimimizin yol açtığı küresel ısınma olgusuna, otomasyon kaynaklı işsizliği ve günden güne büyüyecek işsizler ordusunu da ekleyince, ne kadar hassas bir noktada durduğumuzu anlamak kolaylaşmaktadır. Her geçen yıl, daha fazla sayıda iş ve meslek dalı, otomasyon dalgasının etkisi altına giriyor. Yapay zeka ve robotik teknolojilerindeki gelişmeler, dünyadaki yüz milyonlarca çiftçi ve mavi yakalı işçinin yanı sıra, artık yavaş yavaş yönetici ve uzman takımı olan beyaz yakalıları da işsiz kalma tehlikesi ile karşı karşıya bırakıyor. Bilgi toplama ve işleme faaliyetleri ile irtibatlı bir yığın iş kolu, nesnelerin interneti ve büyük verinin sağladığı kolaylıklarla beraber gereksiz hale gelip ortadan kalkmaya başlıyor. Üç boyutlu baskı teknolojileri, imalat ve inşaat gibi pek çok alanda istihdam edilmiş bulunan yüz milyonlarca insan işçinin işleri ve gelirlerini tehdit ediyor. Keza nanoteknolojinin, yeni hammaddeler ve malzemeler geliştirilmesinden moleküler imalata kadar uzanan potansiyeliyle istihdama küresel çapta bir başka muazzam darbeyi vurması bekleniyor. Üstelik şu anda gelinen noktada, tarihte ilk defa, kaybedilen iş miktarını telafi edecek düzeyde yeni işler yaratılamıyor ve otomasyona devredilen işler karşısında insanlar için yaratılan işlerin miktarı pastanın giderek küçülen bir dilimini oluşturuyor. Böylece dev bir işsizler ordusuna ek olarak, bazı ekonomistlerin 'prekarya' adını taktığı, sürekli değişen geçici işlerde ve genellikle tamamen güvencesiz şekilde çalışan bir tür yeni işçi sınıfı peydah oluyor. İşsiz yoksullara bu çalışan yoksullar da eklenince kocaman ve tehlikeli bir kitle meydana geliyor.

Dünyanın mevcut durumunu belki de en iyi özetleyen cümle, İngiliz romancı Charles Dickens'ın meşhur başyapıtı 'İki Şehrin Hikayesi'nde geçmektedir: 'Hem zamanların en iyisindeyiz, hem zamanların en kötüsündeyiz.' Ama umutsuz olmak zorunda değiliz. Çünkü gerek küresel ısınmayı, gerekse küresel kitle ekonomisinin içine düştüğü krizi çözebilmek adına gece gündüz fikir üreten insanlar ve kuruluşlara da sahibiz. Eğer iş işten geçmeden evvel gerekli adımları atabilirsek, çocuklarımıza bizimkinden daha kötü değil, çok daha iyi bir dünya bırakabiliriz. Çözümleri gelecek yazılarımda tartışacağız.