Saygıdeğer Haber Gazetesi Okuyucuları,

Geçen haftaki ilk yazımda, medeniyetin geleceğine dair, biri çevresel ve diğeri ekonomik olmak üzere en önemli iki tehditten; küresel ısınma kaynaklı iklim değişikliği ile otomasyon kaynaklı teknolojik işsizlikten bahsetmiştim. O yazımı 'çözümleri gelecek yazılarımda tartışacağız' diyerek bitirmiştim. Bu ve takip eden birkaç hafta, küresel ısınmanın nedenleri ve sonuçları üzerinde duracağım. Özellikle de küresel ısınmaya karşı dünyanın enerji rejiminde hayata geçirilmesi gerekli olan radikal dönüşümü ve bunun fazla geç olmadan başarılmasının mümkün olup olmadığını tartışacağım.

Sanayi devriminden beri geliştirdiğimiz modern teknolojik medeniyetin temelini teşkil eden kömür, petrol ve doğalgaz gibi hidrokarbon bazlı enerji kaynaklarına ortak bir adla 'fosil yakıtlar' deniyor. Bunlar, on milyonlarca yıl önce ölen canlı organizmaların, toprak katmanları altındaki oksijensiz ortamda, sıcaklık ve basıncın etkisiyle çözülmeleri sonucu oluştukları için fosil yakıt adını alıyorlar. Özellikle son 150 senedir elektrik üretiminde, ısınmada, ulaşımda ve sanayide çok büyük oranda fosil yakıtları kullanıyoruz. Elektrik üreten termik santrallerimiz kömür ve doğal gaz yakıyor; kaloriferlerimiz aynı şekilde kömür ve doğal gaz ile çalışıyor; araba, tren, gemi ve uçaklarımız petrol türevleri ile hareket ediyor. Yiyeceklerimizi petrokimyasal gübreler ve zirai ilaçlarla yetiştiriyor; giysilerimizin büyük kısmını petrokimyasal sentetik ipliklerden imal ediyor; çimento ve plastik gibi yapı malzemelerimizin çoğunu, tıpkı ecza ürünlerimizin büyük çoğunluğu gibi, fosil yakıtlardan elde ediyoruz. Halihazırda tüm dünya ve tüm sektörler genelinde toplam enerji harcamalarının yüzde 80'den fazlası, fosil yakıtlardan meydana geliyor.

Fosil yakıtlar, on milyonlarca yılda oluşan doğal enerji kaynakları oldukları için sabit ve sınırlı rezervleri bulunmaktadır. Bu da rezervler bir kere tüketildikten sonra yerine yenisinin konulamayacağı anlamına gelir. Dünyanın kilit petrol üreticilerinin çoğu, üretim eğrilerinde zirveyi yıllar önce görmüş ve hatta bazıları için maksimum verim noktasından aşağı doğru iniş başlamıştır. Benzer bir tükeniş, henüz petroldeki kadar belirgin olmamakla beraber, doğalgaz ve kömürde de hissedilmeye başladı. Önümüzdeki on yıllarda dünya nüfusunda ve teknolojide beklenen patlamaya paralel olarak enerji talebinin çok büyük oranda artacağına yönelik tahminler, durumu daha da karmaşıklaştırıyor. Yapılan bazı hesaplamalar, enerji tüketiminde fosil yakıtlara ayrılan payın bugünkü oranlarda devam etmesi halinde en fazla 50 yıl içinde petrol, 75-80 yıl içinde doğalgaz ve 130 ila 150 yıl içinde de kömür rezervlerinin çıkarılabilir olanlarının tamamını tüketeceğimizi gösteriyor. Elbette tahminlerden daha fazla yeni yatak keşfedilmesi, geçmiş dönem teknolojileri ile ulaşılması zorlu rezervlere gelişmiş sondaj teknolojileri ile ulaşılabilecek olması ve üretici ülkelerin kullanmadıkları stratejik rezervleri piyasaya sunması gibi sebeplerle nihai çıkarılabilir rezervlerin tükeniş süresinin bir miktar uzayabilmesi ihtimal dahilindedir. Fakat netice itibariyle sürdürülebilir bir enerji rejiminin fosil yakıtlarla sağlanamayacağı ve bir paradigma değişiminin şart olduğu da net biçimde meydandadır. Dünyanın büyük bir kısmında hükümetler ve şirketler hala tam olarak kabullenmek istemese bile petrol ve diğer fosil yakıtlara fazlasıyla bağımlı bir sistem içerisinde gerçekleşen küresel ekonomik büyümenin olabilecek en uç sınırına ulaşılmış görülmektedir.

Azalan arz ve artan talebe karşı geliştirilebilecek en kalıcı çözüm, günümüzde arka planda kalan yenilenebilir enerji kaynaklarına ağırlık verilmesi olacaktır. Çünkü güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerjiler, adından da anlaşılacağı üzere, sınırlı rezervlere sahip değillerdir ve bir defa gerekli altyapı temin edildikten sonra bakım masrafları dışında neredeyse sıfır marjinal maliyetle enerji üretimini mümkün kılarlar. 'Yeni enerji hareketi' olarak adlandırılan ve dünyanın kademeli bir şekilde yenilenebilir enerjiler çağına adım atması için çabalayan uluslararası ağın temel motivasyonlarından biri de şüphesiz fosil yakıtlardaki belirgin tükeniştir. Ancak yenilenebilir enerjiler denen ve karbon bazlı olmayan enerji kaynaklarına yönelme ihtiyacının tek sebebi, fosil yakıt rezervlerinin tükenmekte oluşu değildir. Asıl ve çok daha önemli sebep, karbon bazlı fosil yakıtları yakarak atmosfere saldığımız yoğun karbondioksit ve diğer sera gazlarının yol açtığı küresel ısınma olgusudur.

Dünya atmosferinde bulunan karbondioksit ve diğer sera gazları, tıpkı tarımda kullanılan seralardaki cam paneller gibi, güneş ısısının atmosferden içeri girmesine izin verirken, tümünün tekrar dış uzaya kaçmasına engel olur. Dünyayı yaşama elverişli bir yer kılan en önemli faktörlerden biri, atmosferinde aşağı yukarı binde birlik oranlarda seyredegelen bu sera gazlarının sağladığı ılımlı iklimidir. Fakat sera gazları, havadaki oranları çok yükselirse, var olmasını sağladıkları hayatın sonlanmasına da yol açabilirler. Karbondioksit gibi sera gazlarının oranları bir sebepten çok fazla arttığı takdirde, yerküre etrafındaki ince örtü fazlaca kalınlaşmaya ve güneşin verdiği ısının gereğinden fazlasını yüzeye yakın katmanlarda hapsetmek suretiyle gezegendeki ortalama sıcaklıkları tehlikeli ölçüde yükseltmeye başlar. 'Gezegensel/küresel ısınma' denen bu sürecin uzun müddet devam etmesi ve sıcaklık artışının belli bir eşik değeri aşması durumunda, geri dönüşü olmayan bir iklimsel çöküş de tetiklenmiş olur. İşte dünyamız şu anda tam olarak böyle bir kritik eşikte bulunuyor. Gezegenimizin jeolojik tarihi boyunca çeşitli doğal sebeplerin etkisi altında tedricen gerçekleşen iklim değişikliklerinin tümünden farklı olarak şu anda yaşanan değişim neredeyse tamamen insan kaynaklı olup, çok ani ve ekosistemler üzerinde yıkıcı etkilere yol açacak şekilde cereyan ediyor. En kısa zamanda kontrol altına alınması amacıyla ciddi adımlar atılmazsa medeniyetimiz ve hatta gezegendeki tüm yaşam için varoluşsal bir tehdide yol açma ihtimali bulunan küresel ısınma, hem sahip olduğu ölçek ve hem de doğrudan geleceğimizi ilgilendiren yapısı dolayısıyla diğer tüm sorunlarımızdan farklılık arz ediyor. Güvenli bir gelecek için bütün dünya ülkeleri, derhal ve fosil yakıt rezervlerinin tükenmesini dahi beklemeksizin karbon bazlı enerji kaynaklarının tüketimini aşağıya çekmeye ve oluşan açığı sera gazı emisyonu olmayan yenilenebilir enerji kaynakları ile ikame etmeye mecbur görünüyor.

Neyse ki sera gazı salınımlarını bir an evvel azaltırsak okyanusların atmosferdeki karbondioksitin çökmesi için iyi bir ortam olma özelliğini sürdürebileceğini ve küresel ısınma önüne bir set çekilebileceğini tespit eden çok sayıda umut verici araştırma da var. Matematik yöntemlerini kullanan araştırmacılar, şu anda 405 ppm civarında seyreden atmosferdeki karbondioksit düzeyinin kısa bir süre için 475 ppm değerine kadar çıkmasına izin veriyor ve 21. yüzyılın bitiminden önce 400 ppm düzeyine indirilebildiği takdirde ortalama sıcaklık artışının 2°C olarak kalabileceğine işaret ediyorlar. Bunun başarılabilmesi içinse, sanayi çağının başından itibaren yapılan toplam karbondioksit salınımının 3600 gigatonu asla aşmaması gerektiği hesaplanıyor. Şimdiye değin bunun 2800 gigatonu atmosfere salınmış olduğu için bugünden sonra en fazla 800 gigaton karbondioksiti daha atmosfere salma hakkımız kaldığı anlaşılıyor. Şu anki rakamlara göre dünyada bir yıl içerisinde yaklaşık 33 gigaton karbondioksit salınımı gerçekleşiyor, ama nüfustaki ve endüstriyel üretimdeki artışa paralel olarak bu rakam da sabit kalmayıp yukarı doğru ilerliyor. Öyle ki, küresel enerji tüketiminin 2040 yılına değin yüzde 25'ler civarında bir artış gösterebileceği öngörülüyor. Yani her şey bugün hesaplanan veriler doğrultusunda devam ederse, salınımına izin verilen son 800 gigatonluk karbondioksitin en fazla 20 yıl gibi bir zaman zarfında atmosfere salınımı kaçınılmaz görünüyor. Oysa 20 yıl, ne dünya sisteminin yeni bir enerji rejimine geçişinin tamamlanması ve ne de yeni enerji kaynaklarının fosil yakıtlar karşısında üstünlüğü ele geçirmesi açısından yeterlidir. Dolayısıyla sıcaklık artışının 2 derece ile sınırlanması amacına ulaşılabilmesi için önce bu yirmi yıllık süreyi uzatmak şarttır. Bu yolda ilk adım, dünyanın yıllık karbondioksit salınımındaki artışın engellenmesi olacaktır. Ardından ikinci adım olarak, bazı sektörlerin kömür ve petrol kullanılan alanlarını daha az emisyona neden olan doğal gazla veya mümkünse sınıf emisyonlu diğer kaynaklarla ikame etmek gibi geçici önlemleri hayata geçirmek suretiyle yıllık emisyonların peyderpey düşüşe geçmesini sağlamak gerekecektir. Nihayet, yirmi yıla ilaveten kazanılacak birkaç on yıllık zaman içerisinde de temiz enerji kaynaklarına dayalı yeni ekonomik sistemin oturtularak karbon salınımının minimum seviyeye indirilmesi üçüncü adımı teşkil edecektir.

Bu üç adım doğru zamanlama ile atılabilirse, 22. yüzyıla girilirken iki derecelik sıcaklık artışı stabil hale getirilebilir. Ondan sonra, devreye sokulacak büyük çaplı teknolojik ve jeo-mühendislik projelerin de katkısıyla, atmosferde mevcut olan fazlalık sera gazı birikiminin seyreltilmeye ve iki derecelik ısı artışının dahi geriletilmeye başlaması mümkün gibi durmaktadır. Kısacası insanlık, felaketle sonuçlanacak iklim değişikliğini önleyebilecek bilime, teknolojiye ve harekat planına şu anda sahiptir. Tek mesele, zaman fazla geç olmadan gerekli iradenin gösterilip gösterilemeyeceğidir. Gelecek yazılarda konunun uluslararası siyaset ve hukuk boyutlarını anlatırken, son otuz yılda enerji teknolojilerinde nasıl gelişmeler yaşandığını ve bunların geleceğe yönelik hangi işaretleri verdiğini de özetlemeye çalışacağım.