İklim tartışmaları bir hayli eski olsa da, küresel ısınma sorununa dünya genelinde bir kamuoyu oluşması 1980'lerin sonu ve 90'ların başı ile mümkün olmuştur. Kamuoyunun meselenin farkına varmaya başlaması, iklim bilimcilerin pek çok uyarıda bulunduğu kırk yılı aşan yoğun bilimsel tartışmaların ardından gerçekleşti. 1950-90 arasındaki dönemde iklim değişikliğine dair ortaya konan bilimsel bulgulara her gün yenileri eklendikçe sorunun büyüklüğü gözler önüne serildi. Böylece ilkin birkaç zeki iklimbilimcinin farkındalığıyla başlamış olan iklim değişikliği tartışmaları, büyük bir potansiyel sorunun varlığına ilişkin tüm bilim topluluğunu kapsayan güçlü bir mutabakata doğru evrildi. Bu da dünyanın enerji matrisini yeniden şekillendirerek karbon emisyonlarını kısmayı hedefleyen politika önlemlerinin destekçilerinin artmasına etki eden daha geniş ölçekli bir tartışmanın önünü açtı. İnsanların ortaya çıkmakta olan iklim krizi hakkında farkındalığı, siyasi liderlerin çözüm önerilerinin tartışıldığı ve pek çok ülkeden resmi delege, uzman ve endişeli vatandaşların katıldığı uluslararası iklim değişikliği toplantılarına zemin yarattı.

Bu toplantılar içerisinde özellikle 1988 yılında Kanada'nın Toronto şehrinde düzenlenen Değişen Atmosfer Dünya Konferansı çok önemlidir ve burada anmamız gerekir. Çünkü ilk kez bu kadar çok sayıda bilim insanı, siyasetçi ve aktivist iklim değişikliğini tartışmak üzere bir araya geliyordu. Konferans, dünya kamuoyunu karbondioksit salınımını ciddi ölçüde azaltmak için eşgüdümlü politikalar üretmeye çağırmıştı. Aynı yıl Cenevre'de Birleşmiş Milletler'in iki örgütü; Dünya Meteoroloji Örgütü ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı tarafından, sınırlar ötesi faaliyet yürüten bir araştırmacılar ağı olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) kuruldu ve dünyanın her köşesinden binlerce iklim uzmanı, mühendis ve ekonomist ile toplantılarına başladı. 1990 yılından itibaren iklim değişikliği ve bunun insan kaynaklı sera etkisi ile ilişkisine yönelik değerlendirmelerini dünya kamuoyuyla paylaşmaya başlayan IPCC, takip eden yıllarda konuya dair dünyanın önde gelen otoritesine dönüşecekti.

IPCC'nin, kuruluşundan itibaren BM Genel Kuruluna sunduğu iklim değişikliği raporları büyük etki doğurmuş ve fazla geçmeden Birleşmiş Milletler de konuya doğrudan müdahil olmuştur. 1992 yılında Brezilya'nın Rio de Janerio şehrindeki BM Çevre ve Kalkınma Konferansı sonucunda karbon emisyonlarının kısılmasına yönelik ilk uluslararası sözleşme olan İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi imzaya açılıp 50 ülkenin onay ya da kabul belgelerini BM'ye sunmasıyla 1994'te yürürlüğe girmiştir. Günümüze kadar toplamda 192 ülke tarafından imzalanan sözleşmenin nihai amacı, 'atmosferdeki sera gazı birikimlerini, iklim sistemi üzerindeki tehlikeli insan kaynaklı etkileri önleyecek bir düzeyde durdurmak' biçiminde tanımlanmaktadır. Sera gazı yayılımları ile ilgili yükümlülükler ise 'gelişmiş ülkelerin insan kaynaklı sera gazlarının yayılımını 2000 yılına kadar 1990 yılı düzeyinde tutması' olarak belirlenmiştir. Sözleşmede iklim değişikliğinin ortaya çıkmasında tarihsel sorumlulukları bulunan 40 sanayileşmiş ülke ve Avrupa Birliği Ek-1 listesinde sıralanmış, salınım azaltım yükümlülüklerini bunların paylaşacağı hükme bağlanmıştır. Bir de Ek-2 diye ayrı bir liste oluşturulmuş ve burada Ek-1 listesindeki ülkelerin en gelişmiş 24 tanesi ile AB'ye yer verilmiştir. Ek-2'deki ülkelere, Ek-1 yükümlülüklerinin yanı sıra, gelişmekte olan, yani ek listelerinin dışındaki ülkelerde gerçekleştirilecek emisyon azaltım faaliyetlerine finansal destek sağlama, onların gelişmelerine yardımcı olma ve teknoloji transferi gibi sorumluluklar da yüklenmiştir.

Fakat Rio Zirvesi'nin çıktısı olan çerçeve sözleşme, sadece karbon üretiminde kesintiye gidilmesi yönünde genel bir ilke koyuyor, hangi ülkenin ne kadar kesintiye gideceğine dair bir şey söylemiyordu. Bu eksiğin giderilmesinin yolunun sanayileşmiş ülkeler için kesinti hedefleri ve vadelerinin belirleneceği bağlayıcı bir protokol geliştirmekten geçtiği dünya kamuoyunda en çok öne çıkan fikirdi. ABD ve bazı ülkeler ayak sürse de, tartışmalar yoğunlaştıkça, mecburi kesintilerin ilerlemek adına gerekli olduğu genel olarak kabul edildi. 1995'te Berlin'de düzenlenen bir sonraki dünya iklim zirvesinde böyle bir protokolün geliştirilmesi için müzakerelere başlama kararı alındı. Hazırlık müzakereleri iki yıl süren ve nihayet 1997'de Japonya'nın Kyoto şehrinde imzaya sunulan BM iklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne İlişkin Kyoto Protokolü, ilk kez belli ülkelerin sera gazı emisyonlarını belli oranlarda azaltma taahhüdünü içerdiği için iklim politikalarında yeni bir sayfa açıyordu.

İklim değişikliği ile mücadelenin uluslararası koordinasyonu yönünde atılmış büyük bir adım olan söz konusu protokol, Ek-1 listesindeki 40 ülke ve Avrupa Birliği için 2012 yılına kadar sera gazı emisyonlarının 1990 yılındaki ortalamalara kıyasla en az %5 oranında azaltılması hedefini belirlemekteydi. Bu ülkeler, emisyon sınırlandırma ve azaltma taahhütlerine uygun hesapla tayin edilip kendilerine tahsis edilecek yıllık emisyon haklarını aşmayacaklar, uygulayacakları politikalarla emisyonlarını tavan değerin altında tutacaklardı. Hazırlanan protokolün yürürlüğe girerek uluslararası hukukun bir parçası olabilmesi içinse endüstriyel ülkelere ait toplam salınımların en az yüzde 55'ine sahip bulunan gelişmiş ülkelerce imzalanması gerekmekteydi. Dünyanın karbon emisyonu sıralamasında başı çeken ülkelerinden ABD Protokolü imzalamadı. Ek-1 ve Ek-2 listelerinin her ikisinde de yer alan ABD'nin ana çekincesi, emisyon azaltım taahhüdü altına girdiği takdirde, gelişmekte olan ülke statüsünde bulundukları ve Ek-1 listesinde yer almadıkları için emisyon azaltım yükümlülüğü olmayan Çin ve Hindistan gibi Asya devleri ile rekabetinde büyük bir dezavantaj yaşama ihtimaliydi. Yine kişi başına karbon emisyonu en yüksek ülkelerden biri olan Avustralya, dünyanın en büyük kömür ihracatçısı olarak başlarda protokolü reddeden ülkelerden biriydi. Bir süre sonra İşçi Partisi liderinin başbakan olması ile konumunu değiştirerek sınırlamaları kabul etti ve protokolü imzalayıp onayladı. AB ülkelerinin, Rusya'nın, Japonya'nın ve diğer sanayileşmiş ülkelerin çoğunun da katılımıyla Kyoto Protokolü'nün uluslararası hukukta bağlayıcı hale gelmesi mümkün oldu. Böylece Protokol 2005 yılında fiilen yürürlüğe girdi ve bugüne kadar toplamda 191 ülke tarafından onaylandı.

2006 yılında ABD eski başkan yardımcısı Al Gore'un senaryosunu yazdığı ve küresel iklim değişikliği tehlikesine dikkat çektiği 'Uygunsuz Gerçek' adlı belgesel film, iki dalda Oscar ödülünü kazanırken, Al Gore'a da 2007 Nobel Barış Ödülü'nü getirecekti. Aynı yıl Dünya Bankası'nın eski baş ekonomisti Nicholas Stern, küresel ısınmanın riskleri dikkate alınmadığı takdirde büyük ekonomik buhranlar meydana geleceğini ve yaklaşık 200 milyon kişinin mülteci durumuna düşeceğini açıkladığı raporunu yayımladı. Al Gore'un filmi ve Stern'in raporu, dünya siyaseti üzerinde büyük bir etki yarattı. Özellikle dönemin Birleşik Krallık Başbakanı Tony Blair, Stern'in raporunun tanıtımına büyük çaba harcadı ve iklim değişikliğini Avrupa başkentlerinde hakim mesele haline getirmeyi başardı. Nisan 2007'de Birleşik Krallık hükümetinin çağrısıyla toplanan BM Güvenlik Konseyi, iklim değişikliğinin güvenlik yönü üzerine tüm gün süren bir oturum gerçekleştirdi. Toplantıda iklim değişikliğinin nüfus hareketleri, sınır anlaşmazlıkları ve enerji, su, gıda ve diğer kıt kaynaklardan faydalanma ile ilgili tartışmalar üzerindeki etkisine odaklanılmıştı. Sadece iki ay sonra, Haziran 2007'de, Almanya'nın Heiligendamm kasabasında toplanan G-8 ülkelerinin başlıca gündemi yine iklim değişikliğiydi. Üye ülkelerin yetkilileri sera etkisi ile savaşmak için geniş yelpazede öneriler ileri sürdüler ve bu öneriler bir sonraki G-8 toplantısının yapıldığı Japonya'nın Tōyako kasabasında prensip olarak benimsendi. G-8 ülkeleri temel olarak 2050 yılı itibariyle karbon emisyonlarını yarıya indirme sözü veriyor ve dünyanın önüne son derece ciddi bir hedef koyuyordu.

Bütün bu gelişmelerin doğurduğu atmosfer, konuya dair eldeki tek ciddi uluslararası belge olan Kyoto Protokolüne atfedilen önemi artıracak ve imzacı ülkelerin taahhütlerini yerine getirebilmek için harekete geçmesinde itici etki yapacaktı. Böylece Kyoto Protokolü çerçevesinde emisyon tavan değer uygulamasına tabi tutulan hükümetler, kendi ülkelerinin belli başlı sektörlerinde faaliyet gösteren ve emisyon değerleri yüksek olan şirketlere birtakım zorlamalar getirmek için kolları sıvadılar. Bu işi sert ceza uygulamaları yerine pazar dinamikleri ve piyasa yöntemleriyle halletmek en makul çözüm olarak görülmüştü. Bu bağlamda fazla sera gazı üreten şirketleri bir bedel ödemeye zorlayarak sera gazı salınımını azaltmaya çalışmak ilk akla gelen yöntemlerden biriydi ve bunun için çeşitli gelişmiş ülkelerde 'karbon vergisi' adı altında yeni bir vergi kalemi ortaya çıktı. Genellikle şirket ve işletmelerin harcadığı karbon bazlı enerji miktarı üzerinden belirlenip ton başına bir fiyatla alınan karbon vergisinden elde edilecek gelirler, vergiyi toplayan hükümetler tarafından karbon azaltım programlarına veya temiz enerji yatırımlarına aktarılacaktı. Günümüzde her kıtadan çeşitli gelişmiş ülkelerde rastlanmakta olan karbon vergisi uygulamalarından elde edilen yıllık ortalama kamu geliri 500 milyar doları bulmaktadır.

Vergilendirme devlet politikasının ana kaldıraçlarından biridir ve elbette salınımların azaltılması mücadelesinde de kapsamlı bir role sahip olmalıdır. Fakat Kyoto Protokolü'nün getirdiği asıl büyük yenilik, 17. maddesinde düzenlenen karbon kredisi ve emisyon ticareti mekanizmasıdır. Küresel iklim değişikliği ile mücadelede ciddi şekilde iş görebileceği kabul edilen ve geleceğe dair umutlanmamızı sağlayan tek çözüm de bu mekanizmaymış gibi durmaktadır. Önümüzdeki hafta konuya onunla devam edeceğim…