Gerek geleneğimizde gerekse günümüz açısından devlet ve toplum idaresinde en çok öne çıkan üç kavram adalet, liyakat ve istişare'dir.

Kur'an-ı Kerim'deki şu ayetler açık bir şekilde bunlara atıfta bulunuyor: 'Gerçekten Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hüküm vermenizi emreder'(Nisa/58) 'Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir.' (Şura/38)

Son dönemde yaşadıklarımızdan dolayı bu kavramlar adeta dillerde pelesenk oldu ama acaba gereklerini yerine getiriyor muyuz?

Tabii bunlara bir de sadakat ve itaat gibi kavramlar ekleniyor ki burada şu gerçek çoğu kez gözden kaçıyor: Demokratik sistemde sadakat ve itaat; anayasa, yasalar ve hukuk devleti ilkelerinedir.

Geleneksel devlet anlayışımızda 'Adalet mülk'ün temelidir' düsturu bir daire (çember) şeklinde ifade edildiği için buna adalet dairesi (daire-i adliye) denir. Mülk yani devlet ve ülkenin ayakta durması orduya, ordunun düzeni paraya, devletin para temini halkın refahına, halkın refahı ise adalete bağlıydı. Kısacası adalet ile mülk (yönetim, saltanat) karşılıklı olarak birbirine bağlıydı.

İlk Osmanlı vakanüvisi Naima(ölümü 1716) tarihinin girişinde devlet yönetimi konusundaki geleneksel telakkileri ihtiva eden görüşlerini açıklarken şunları söyler:

'Mülûk-ı küffarın beka-i devletleri medar-ı siyaset-i akliyelerine itibarlarıdır. 'Dünya küfr ile yıkılmaz zulüm ile yıkılır' dedikleri bundan neş'et etmiştir.' Bu söz Nizamülmülk, Koçi Bey gibi pek çok yazar tarafından da zikredilir. Şeyhoğlu Mustafa'da şöyledir: 'Padişahlık baki olur küfr ile adl olıcak, illa baki olmaz Müslümanlık ile zulm olıcak'.

Yani kafir hükümdarların devletlerinin bekası, akla dayanan siyasete itibar etmelerinden kaynaklanır. Dünya küfürle yani kafirlerin yönetmesi yüzünden değil zulüm yüzünden yıkılır şeklindeki darbımeselin kaynağı da budur.

Türkiye'de son yıllarda yaşanan gelişmeler dolayısıyla en çok gündeme getirilen konularından birisi de kamuda görevlerin 'liyakat' esasına göre verilmesidir. Bu kavram tabii ki kamu görevleriyle sınırlı değildir; ehliyet ile birlikte kullanıldığında bütün işleri ilgilendiren bir kavramdır.

Liyakat kelimesinin sözlük anlamı 'layık olma, yararlılık, değerlilik, iktidar, hüner, marifet, vb.'dir. Terim anlamı; bir şeyi, işi yapmak için gerekli beceri, bilgi ve yeteneğe sahip olmak, günümüzdeki ifadeyle o iş için gerekli 'yeterlilikler'e sahip bulunmaktır. İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak için yaptıkları bütün işlerde 'ehil ve layık olmak' ölçüsü evrensel bir ilkedir.

Şahsî hayattan kamu hayatına işlerin danışma, meşveret ile yapılması da geleneğimizde yer etmiş bir anlayıştır. Kutadgu Bilig'den bir alıntı:

' Ne gibi bir iş yapmak istersen, onu başkalarına danış (…)Her hangi bir işe girişmek istersen, önce istişare et; dilek ve arzularını istişare ile yerine getir.'

İstişare edilecek kişiler, kendi şahsî çıkarını değil devletin ve milletin çıkarlarını gözeten kimseler olmalıdır. Yusuf Has Hacib'in de dediği gibi: '… istişare ederken, kendi faydasını düşünmeyen kimse ile istişare et. Kendi faydasını düşünen kimse, menfaati için, münasip olanın dahi uygun olmadığını söyler.'

Bugün de devlet kadrolarında danışman, kurul üyesi adı altında binlerce kişi istihdam ediliyor. Acaba bunların yüzde kaçı gerçekten danışılan, işinin ehli ve doğru sözü ya da doğru olduğuna inandığı sözü çekinmeden amirlerine söyleyebiliyor? Doğrusu ben bu konuda iyimser değilim.

Dinî ve millî değerlerimizin içini boşaltıp siyasetin ve çıkar savaşlarının malzemesi yapmaktan vaz geçmek zorundayız. İnsanları bu değerleri kullanarak yönlendirmek, bir dereceye kadar siyasetin gereği görülebilir. Ancak bizde uzun süredir maalesef siyaset büyük ölçüde değerler üzerinden, değerlerimiz istismar edilerek yürütülüyor. Halbuki siyasette ve yönetimde aslolan; herkesin kendi işini en iyi şekilde yapması, dürüstlük, adalet ve hakkaniyetle görevini ifa etmesidir.

Kısacası, ülkemizin ve devletimizin çok önemli bir dönemeçten geçtiği bu günlerde yöneticilerimiz bu üç temel ilkeyi her daim hatırlamak ve gereğini yapmakla yükümlüdür.