Geçen pazar günüydü, Melek Hanım "Hadi maça gidelim" deyince büyük kızım Zeynep Ezgi'yle beraber Samsun - Keçiören maçı için 19 Mayıs Stadyumunun yolunu tuttuk. Malum, bizimkiler yenildi, tadımız kaçtı. Eve dönerken, nereden estiyse "Atakum'a gidelim, sahilde bi yerde oturup çay içelim" dedik. Deniz kenarında bir şehirde oturmanın güzelliği işte, daralınca bütün sıkıntılarınızı dalgalarla paylaşabiliyorsunuz.

Oturduğumuz yer, genç işi... Üniversiteliler cıvıl cıvıl, mekan canlı, çıstak çıstak bir müzik! Camekanın önü kumsal, Karadeniz çırpınıyor, martılar uçuşuyor. Karşı duvarda büyük ekran bir LCD, ekranda bir kız şarkı söylüyor: "Aç koynunu girecem, dudağını öpücem, söyletme!"

Melodi oryantal ama sözler İngiliz Pub'larındaki kadar free! Neyse ki Zeynep Ezgi mozaik pastanın albenisine kapılmış, pek oralı değil. Melek Hanım'ın kulağına eğildim, "Burası pek bize göre değil, fazla durmadan kalkalım." dedim.

Eşim sağa sola bakındı. Bir anormallik aradı, bulamayınca "Niye ki, ne gördün de rahatsız oldun?" diye sordu.

"Şarkının sözlerini duymuyor musun? "Aç koynunu, dellenme filan..."

Dudak büktü bizimki. Biraz alaycı, "Sen eskimişsin Akın!" dedi. "Artık öyle masum şarkı, türkü sözü yok. Gençler hep böyle şeyler dinliyor!"

***

Bizim ilk gençliğimiz seksenli yılların ortalarına denk geliyor. O zamanlar internet yok. Cep telefonu filan hayal! Hoşlandığın biri varsa face profillerine, instagram fotolarına göz atamıyorsun. Whatsapp'tan mesaj at, sosyal medyadan beğeni gönder, dürt, el salla yok! Aşkların yüzde doksanı platonik kalıyor.

En bildik iletişim yolu, aşk mektupları. O da Barış Manço'nun şarkısındaki gibi, "Çocukça bir aşk deyip de geçme, sakın gülme halime / Nasıl olduğunu bilemiyorum ama seviyorum seni delicesine" tadında!

Mektup yazmaya cesaret edemeyen için bahaneyi Erol Evgin veriyor zaten: "Ben imkansız aşklar için yaratılmışım. / Ne kavuşmayı bilirim, ne unutmayı!"

Hatun kısmı da bir hoş... Bir mektuba tav olmazlar, ama Ajda'nın dediği gibi "İlkbahar yaz mevsim, mevsim. / Birkaç mektup birkaç resim. / Yıllar geçse o bir isim. / Unutulmaz, unutulmaz."

İlk gençlik dediğin nedir ki, üç yıl, dört mevsim. Sonrasını İlhan İrem söylüyor zaten: "Sana, bana sevgimize, olanlar olmuş, olanlar olmuş..."

***

Vakti zamanında, bizim köydeki gençlerinin bir buluşma yeri vardı: "Abla'nın orası!"

Çırakmanlılar bilir, Abla dedikleri yaşlı bir kadın. Kocası, başında yaz kış bir yün kavuk, elinde bir balta, odun keser... Dünya yansa umurunda olmaz, konu komşuya selam verir, fazla konuşmaz, işine gücüne bakar, o kadar...

Lakin Abla tam tersi, sohbeti sever. Evin bahçesinde ondan daha yaşlı bir dut ağacı, kapının önünde eski bir ahşap sedir... Gençler toplanıp gelir, Abla onlara leblebi ikram eder, dili de pek tatlıdır, delikanlıların gönlünde kim var öğrenir, ertesi gün bu defa kızların ağzını arar. Kimin gönlü kime yanık bildiği için, allem eder kallem eder, sevenleri birbirine kavuşturmaya çalışırdı. Altmışlı yılların sonlarından doksanların başlarına kadar Çırakman'daki evliliklerin belki de yarısının müsebbibi oydu!

Tabii o zamanlar, köyün gençleri Emel Sayın'dan dinledikleri "Senden başka, senden başka, gözüm görmez hiç kimseyi" şarkısıyla büyümüşlerdi. Kızlar da "Gel yanıma yanıma, yanı başıma. / Şu gençlikte neler geldi garip başıma." türküsünün havasından çıkamamıştı.

Abla da Zeki Müren'in "Eller ayırsa bile, yıllar ayırsa bile, yollar ayırsa bile" şarkısını gençlerin kulaklarına fısıldıyor, sonra da "Siz ayrılamazsınız" diye noktayı koyuyordu.

***

Doksanlı yıllarla beraber aşkın tadının kaçmaya başladığına dair ilk alarmı belki Demet Sağıroğlu'nun o şarkısı vermişti: "Elleri kolları kınalı bebek, yüreği doğuştan yaralı bebek, büyüdün ah artık, uyan a bebek!"

Ardından Emel Müftüoğlu, teşhisi koydu: "Say yıllara, buna say vedalara. Yaz tükenen sevdamın son damlasına!"

Evet, teknoloji geliştikçe aşk tükeniyordu. Daha doğrusu MFÖ'nün "Birçok güzeller sevdim, birini biraz fazla." demesi gibi yavaşça ayran gönüllülük galebe çalmaya başlıyordu.

Artık pek de masum değildi aşk... Levent Yüksel'in bağıra bağıra dediği gibi, "Gel sokağıma gel, penceremi aç yatağıma gel." demek ayıp sayılmıyordu. Sonra nasıl olacaksa artık, "Yeter ki onursuz olmasın aşk!"

Paralı sevgili peşindeki kızların bir kısmı "Onun arabası var, güzel mi güzel" diyorsa da "Maalesef ruhu yok" olmuştu, aşk denen duygunun.

"Bize neler neler söylediler sevda üstüne, aldatıldık" diyen Rengin haklı çıkmıştı. Özlem Tekin de itiraf ediyordu zaten: "Çok üzgünüm, dün gece seni aldattım. / Kim olduğu mühim değil, sana bağlanmaktan kaçtım." Aşk o kadar laçkalaşmıştı ki, artık her şeyi affeder olmuştu!

Kızlar takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş. Bir dağınıklık, bir rüküşlük... "Kıl oldum abi!"

Delikanlılar niyeti bozmuş. "Bandıra bandıra yeme" peşinde.

İki binler geldi, aşkın ruhuna el fatiha: "Sarılmandan belli, kırıcan mı belimi. / Çok canım acıdı, çeksene elini."

***

Mekandan çıktık. Arabaya biner binmez bizim hanım, radyoyu açtı. "Sıradaki şarkı ikimize gelsin mi?" diye sordu. Riskin ne kadar büyük olduğunu bilsem de "Peki" dedim. Allah'tan gerçek aşkın ölmediği yıllardan bir melodi doldurdu kulaklarımızı: "Şu dünyada sevgi büyük ihtiyaç, herkes sevmeye sevilmeye muhtaç."

İlk fırsatta kendime mavi boncuk takmaya karar verdim. "Onda bunda şundadır, mavi boncuk kimdeyse benim gönlüm ondadır." diyordu şarkı, ne de olsa!