Ülkemiz ve çevremizde meydana gelen hadiseler gündemimizi o kadar işgal ediyor ki, kardeşlerimizin yaşadığı Türkistan coğrafyasında ne olup bittiğini pek fark etmiyoruz.

Çin hükûmeti, yıllardır Doğu Türkistan'da bir baskı politikası yürütmektedir. Her yıl bilhassa Ramazan ayında ve Kurban Bayramı'nda Müslümanların dinî vecibelerini yerine getirmesinin nasıl engellendiği malumdur. Son dönemde işin boyutları daha da vahim bir hal almaktadır.

Bu çerçevedeki uygulamalar özetle şunlardır: İfade özgürlüğü ve dinî faaliyetler üzerindeki kısıtlamalar, 'iki dilli eğitim' politikası adı altında Türkçe'nin devreden çıkarılması, terörizm karşıtı yasa ile 'aşırılığa karşı' düzenlemeler adı altında yapılanlar, yurt dışındaki Uygur öğrencilerin geri çağrılması, Doğu Türkistan'da bir milyon civarında Müslüman Türk'ün tutuklu olarak bulunduğu sözde 'yeniden eğitim merkezleri', seyahat kısıtlamaları, kitlesel DNA toplama, Uygur kızlarının Çin'e nakledilmesi, etnik ve lengüistik eritme (asimilasyon) siyaseti, öğrencilerin ve aydınların hapsedilmeleri, sağlık, nükleer denemeler.

Çin hükûmeti, yıllardır Doğu Türkistan ve Tibet'te 'çifte-bağlantılı hane' sistemini uyguluyor. Haneler birbirlerini gözetlemek ve 'güvenlik konuları' hakkında görevlilere rapor vermek üzere 10'lu gruplara bölünüyor. Merkezî ve mahallî görevliler, iletişim araçları üzerinde çok sıkı kısıtlamalar koydular.

Müslüman ailelerin çocuklarının dinî faaliyetlere katılmasını engelleyen yeni düzenlemeler yapıldı. Başörtüsü ve sakal dahil İslami kılık kıyafeti yasaklayan düzenlemeler var ve Çinli otoritelerin aşırıcı olarak gördüğü düzinelerce ismin çocuklara verilmesi de yasaklandı. Çin hükûmetinin 2016'da başlattığı 'Cami Onarımı' kampanyası çerçevesinde Kaşgar'daki camilerin yüzde 70'i yıkıldı.

Pek çok aydın ve iş adamı, dinî inançları ve dinî vecibelerini yerine getirmeleri yüzünden ortadan kayboldu veya tutuklandı. En iyi bilinen örnekler tutuklu bulunan ilim adamı İlham Tohti ve sanatçı Abdürehim Heyit'tir.

'İki dilli eğitim' adı altında, Uygur Türkçesinin yerine giderek artan bir şekilde Mandarin Çincesinin ikame edilmiştir. Mesela Hotan'da, ilk ve orta öğretimde iki dilli eğitimi güçlendirmek için Uygur Türkçesinde eğitim yasaklanabilmiştir. Böylece Uygur Türklerinin, kendi kültürel kimliğini koruma hakkı ihlal ediliyor ve Han kültürü tarafından eritilmeleri kolaylaştırılıyor.

Çin hükûmeti, son yıllarda 'terörizmle mücadele' adı altında, birtakım terörist faaliyetleri bahane ederek Uygur Türkleri üzerindeki baskısını arttırmıştır. Terörizmle suçlanan kişiler hakkında somut deliller olmamasına rağmen tutuklama ve mahkûmiyetler gerçekleşiyor. Kapsamlı bir gözetleme sistemi (kameralar, kontrol noktaları vb.) Doğu Türkistan'da aşırı şekilde uygulanmaktadır.

2017'de Mısır'dakiler dahil yurt dışındaki Uygur Türkü öğrencilerin ülkeye dönmeleri emredildi. Dönmeyenleri zorlamak için aileleri göz altına alındı. Mısır'da, dönmek istemeyen yüzden fazla öğrenci tutuklandı ve bunların yirmi beş kadarı Çin'e gönderilip hapse mahkûm edildi.

Türk kamuoyunun iyi bildiği gibi, İnönü Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Erhan Aydın'ın Doğu Türkistanlı eşi Doğu Türkistan'daki ailesini ziyarete gitmiş ama Çin Hükümeti tarafından Türkiye'ye dönüşü engellenmiştir. Olay kamuoyuna aksetmesine ve Çin'deki büyükelçimiz olayın çözüleceğini ifade etmesine rağmen aylardır bir sonuç alınamadı.

Bugün Doğu Türkistan'daki en acil ve önemli konu ise Çinli yetkililerin uzun süre inkar ettiği, Ekim ayında ise meslek öğretimi olarak lanse ettiği sözde 'yeniden eğitim' kamplarıdır. Yaklaşık 1 milyon kişi, bu kamplarda ideolojik eğitime ve baskılara maruz bırakılmaktadır. Bu kamplarda, çeşitli işkence yöntemleriyle insanların akıl sağlıklarını kaybetmelerine kadar varan sonuçlar ortaya çıkıyor.

Çinli yetkililer, kasıtlı olarak Müslümanların ibadetlerini boğmaya çalışıyor. Müslümanlar, helal gıda kurallarını ihlale zorlanıyor. Hükûmet, dükkan sahiplerine helal yiyeceklerle helal olmayanları karıştırmalarını emrediyor; gıdaların muhtevası hakkında soru soranlar tutuklanıyor.

2017 yılı Aralık ayında başlatılan bir uygulama da, iki ayda bir parti üyelerinin beş gün boyunca Müslüman (bazen Han) evlerinde kalarak ailelerin yaşantı ve fikirlerini gözlemlemeleri ve onlara millî marş söyletip komünizm propagandası yapmalarıdır. Böylece Müslümanların hayatı yalnız dışarıda değil evlerinde bile gözetlenmektedir.

Bütün bunlar, temel hakların alenen çiğnenmesi, mahremiyetin ayaklar altına alınmasıdır. Bu gerçekler karşısında genelde İslam dünyasının, özelde de Türkiye'nin yeterli tepkiyi verdiği söylenebilir mi? Ne gariptir ki, Türk kamuoyu, Uygur Türklerinin ABD, Almanya vb. devletler tarafından Çin'e karşı 'kullanıldığı' gibi yargılarla, yapılan baskı ve zulme karşı kör ve sağır kalabiliyor.

Devletimiz elbette 'gerçekçi politika'nın gereklerini yerine getirecek ama başka örneklerde gösterdiği tepkiyi, en azından belirli bir ölçüde niçin bu konuda göstermediğimiz, bir soru işaretidir. Kardeşlerimizin uğradığı zulüm, aile mahremiyetlerine karşı yapılan aleni ve alçakça saldırılar, dinî vecibelerini yerine getirmelerinin engellenmesi, çocukların ve kızların çeşitli yollarla asimile edilmesi planlı ve zamana yayılmış bir soykırımın tezahürleri değil de nedir?

Devletimizin, uygun diplomatik ve politik yöntem ve araçlar çerçevesinde bu meseleye azami önemi göstermesi elzemdir. Sivil toplum kuruluşları da konuyu gündemde tutmalı ve millî ve milletlerarası platformlarda bu meselenin halli için aktif çalışmalar yapmalıdır.