Çevre ve enerji politikalarına önemli bir vizyon katan, ama belirlediği somut rakamsal hedefleri gerçekleştirmekte başarısız olan Kyoto Protokolü ile daha fazla yürümenin imkansız olduğunu gören dünya, 2016 yılında Paris'te yine BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında olmak üzere yeni ve çok daha kapsamlı bir anlaşma yapma gereği hissetti. Bu kez ABD de dahil 195 ülke tarafından imzalanması bakımından Paris İklim Anlaşması, dünya tarihinde iklim değişikliği ile ilgili en geniş kabul görmüş anlaşma olma özelliğine sahiptir ve gezegenin geleceği için yeni bir umut olarak ortaya çıkmıştır. Anlaşmaya taraf devletler, uzun dönemde küresel sıcaklık artışının sanayileşme öncesi döneme göre 2 derecenin altında kalmasının sağlanması, bilimin elverdiği her türlü olanak kullanılarak sera gazı salınımını azaltacak önlemlerin en kısa sürede devreye sokulması, konulan hedefleri sağlamaya yönelik ne gibi tedbirler alındığı ve bunların sonucunda hedeflerin ne ölçüde başarıldığını özetleyen periyodik raporlar yayımlanması konularında mutabık kalmışlardır.

Ertesi yıl, Obama'nın yerine ABD Başkanı seçilen Donald Trump'ın ABD'yi Paris İklim Anlaşması'ndan çekeceğini ve ülkesindeki kömür sektörünü yeniden canlandıracağını ilan etmesi dünya gündemine bomba gibi düşmüştür. Bütün dünya, bu çılgın lideri ve onun kararlarını kınamış, ABD iç kamuoyu da Trump'a ateş püskürmüştür. Neyse ki Trump'ın atağını diğer hiçbir gelişmiş ülke veya Çin gibi büyük gelişmekte olan ülkeler takip etmemiş, kimse 'ABD çekilirse biz de çekiliriz' türünden bir reaksiyon vermemiştir. Ek olarak, bazı ABD'li işadamları, Trump'ın geçilme kararı yüzünden ABD'nin kaçındığı yıllık finansal yükümlülüklerini telafi edebilmek için BM'ye milyonlarca dolar bağış yapmaya başlamışlardır. Uluslararası ilişkiler uzmanlarına göre Trump ya en kısa zaman içinde yanlış kararından dönecek ya da görev süresini bile zar zor tamamlayabilecektir. Trump'ın başkanlık dönemi süresince ABD iklim konusunda pasif kalsa bile onun yerine gelecek olan yeni başkanın aynı politikayı devam ettirme şansı olmayacaktır. Çünkü Trump veya onun mizacındaki hiçbir dünya liderinin artık gerçekliği tartışmasız olan ve kapıya kadar dayanan iklim değişikliği konusunda keyfi davranma lüksü yoktur. Dünya kamuoyunun iklim değişikliği konusundaki bilinç seviyesi, bu tip politikacıları sistemin dışına kusacak kadar gelişmiş ve olgunlaşmıştır. Trump bugün itibariyle ne derse desin, yakın geleceğin iklim politikalarında ve atılacak radikal adımlarda ABD de diğer gelişmiş ülkeler gibi üzerine düşen rolü oynamak durumundadır.

2020'de süresi dolacak olan Kyoto Protokolü'nün yerine, gerek onun, gerekse Paris İklim Anlaşması'nın temel ilkelerini içerecek daha gelişkin bir anlaşmanın konması bekleniyor. Bu yeni anlaşma ile ilgili olarak umut edilen, istisnasız bütün dünya ülkelerinin imza ettiği, kesin taahhütler içerecek, uygulamayana yaptırımlar getirecek ve belirsizliklere son verecek bir çeşit dünya iklim anayasası niteliğini haiz olmasıdır. Böyle bir anlaşma sonucunda uluslararası karbon emisyonu ticaretinin de BM kontrolüne verilerek BM Genel Kuruluna üye ülkelerin tamamını ve dünya karbon salınımının yüzde yüzünü kapsayacak bir hacme ulaştırılması beklenmektedir. Bu son beklentinin gerçekleşmesi özellikle önemlidir, çünkü Kyoto Protokolü de dahil olmak üzere bugüne kadarki iklim anlaşmalarının başarısız olmasının altında yatan ana faktör, bütün dünya ülkelerini kuşatamamalarıdır. Bazı ülkelerin emisyon kesintilerine gitmesi, sadece tüketimi böyle bir kesinti hedefi olmayan başka ülkelere kaydırmış ve toplam emisyon artmaya devam etmiştir. Ancak bütün dünyanın BM kontrolündeki aynı karbon piyasasına ve aynı sınırlamalara tabi olması sağlanırsa bir fark yaratılabilir.

Bu sebeple yeni anlaşmada çerçeve sözleşmenin 'gelişmiş ülkeler - gelişmekte olan ülkeler' şeklindeki ayrımının da sürdürülmemesi gerektiği sıklıkla dile getirilmektedir. Çin, Hindistan, Kore, Brezilya ve Güney Afrika gibi gelişmekte olan ülke kategorisindeki bazı ülkeler mevcut küresel ısınmadan tarihi olarak sorumlu olmasalar da, şu an dünyanın en çok salınım yapan ülkelerinin başında gelmektedirler. Bu ülkeler son otuz yılda yeterince atılım yapıp sanayileşmelerini tamamlamışlar ve gelinen aşamada her tür emisyon azaltım yükümlülüğünden muaf tutulmaları mantıklı olmaktan çıkmıştır. Zaten onlar da dünyanın gittiği yönü görmekte ve Kyoto yükümlülüklerine bağlı olmamalarını bir avantaj kabul edip umarsızca yollarına devam etmemektedirler. Yeni enerjilere yatırım yapmakta, gelmekte olan çağa hazır olmayı istemektedirler. Mesela Kasım 2009'da Çin Cumhurbaşkanı 2020 itibariyle ülkesindeki karbon bazlı enerji yoğunluğunu yüzde 40-45 oranında düşüreceğini taahhüt etmiştir. Kısa bir süre sonra bu kervana Hindistan hükümeti de katılmış, aynı tarih itibariyle karbon yoğunluğunu yüzde 20-25 civarında azaltacağını söylemiştir. Son on yılda yenilenebilir enerji kaynakları alanında Çin yıllık ortalama 100 milyar dolar ve Hindistan da yıllık ortalama 50 milyar dolar yatırım yapmışlardır. Özellikle Çin, güneş enerjisi endüstrisinde dünyanın en gelişmiş ülkesi konumuna gelmiştir ve bu alandaki öncülüğünü sağlama almak için kararlı adımlar atmaya devam etmektedir. 2020'de yapılacak yeni anlaşmada bütün dünya ülkelerini kapsayacak adil bir emisyon azaltım planı oluşturulması girişimine bu ülkelerden büyük bir itiraz gelmeyecektir.