Daha iyi bir hayat için koşuştururken hayatı ıskalıyoruz.

Çocuklarımız daha iyi bir gelecek için okula gidiyor, ders çalışıyor, sınavlara hazırlanıyor, sınavlara giriyor. Öyle yoğun bir yarış oluyor ki çocuklarımız çocukluklarını ıskalıyor, gençlerimiz gençliklerini. Ne küçükler hayatı yakalayabiliyor doğru düzgün ne büyükler. Bebeklere kendi anne babaları değil başkaları bakıyor çoğu zaman. Çoğu zaman yaşlılarla da kendi çocukları değil başka birileri ilgileniyor.

Anneler babalar, öz çocuklarını başkalarına bırakıp işlerine gidiyorlar. Çocuklarının ilk dişlerini çıkarmasına, ilk kelimeyi söylemelerine, ilk adımı atmalarına şahit olamıyor belki. Kısacası anneliğin tadını, babalık duygusunu ıskalıyorlar. Arkadaşlar, akrabalar, komşular, sevinçler gibi kederleri de paylaşamıyorlar. Sevinçlerimiz azalıyor, kederlerimizi çoğalıyor. Kalabalıklaştıkça yalnızlığımız büyüyor.

Çocukluğumuzu ve gençliğimizi verip mesleğimizi, işimizi alıyoruz. Anne babamızı, kardeşlerimizi, komşularımızı; sağlığımızı, sevinçlerimizi, ideallerimizi verip evler, arabalar, arsalar, tatiller almaya çalışıyoruz. Eşimizden dostumuzdan kısıp pahalı arabalar, evler, telefonlar, bilgisayarlar aldıkça cömertliğimizi kaybediyoruz. Tuhaf ama zenginleştikçe cimrileşiyoruz.

Yılın on bir ayını bir aylık tatil için zaman ve para biriktirmekle geçirenlerimiz var. Tatil bitiminde yeni ve upuzun bir zaman ve para biriktirme süreciyle baş başa kalıyoruz. Üstelik bir yıl boyunca biriktirdiğimiz bütün zamanı ve parayı tüketmiş olarak.

Pazartesi sendromuyla başlayıp salıyı, çarşambayı, perşembeyi ve cumayı hafta sonunu beklemekle harcıyoruz. Böylece bizim için 2 gün, 5 günden daha değerli oluyor. Kaldı ki onları da geçti geçecek stresiyle geçiriyoruz. Kısacık bir sonuca öylesine odaklanıyoruz ki uzunca bir süreci ıskalıyoruz.

Yaz sıcaktan, kış soğuktan şikayetle geçiyor. Daha iyi şartlarda yaşamak adına, ilk baharın coşkusunu da sonbaharın hüznünü de ıskalıyoruz. Bütün günahları örtercesine yağarken bile karı doyasıya seyredemiyoruz. Çoğu zaman kardan adam yapmak, kartopu oynamak bir yana karda yürümenin tadını bile çıkaramıyoruz.

Nergisler, çiğdemler açıyor sessiz sedasız; biz duymuyoruz. Zifin çiçekleri açıyor koklayamıyoruz. Sabah güneşi üzerimize doğuyor, geceleyin mehtap çıkıyor görmüyoruz. Irmaklar akıp gidiyor, paçalarımız bile ıslanmıyor. Arılar vızıldıyor, toprak kokuyor, deniz çırpınıyor; duymuyor, koklamıyor, görmüyoruz.

Hepsinden önemlisi baharda toplantılarımızdan, randevularımızdan, sınavlarımızdan, taksitlerimizden, kariyer planlamalarımızdan habersiz çiçekler birkaç haftalığına açıyor. Ne var ki biz çoğu zaman bir tekini bile göremeden, koklayamadan soluyorlar.

Aslında solan biziz, geçip giden bizim ömrümüzdür. Daha iyisini elde etmek uğruna, en güzel günler, en güzel fırsatlar elimizin, ayağımızın altından akıp gidiyor. Bizler ev ve araba peşindeyken, taksitlere yetişmek için koşuştururken çocuklar büyüyor, nineler dedeler yaşlanıyor, dostlar ayrılıyor, akrabalar göçüyor, kar yağıyor, güneş çıkıyor, dallara su yürüyor, tomurcuklar patlıyor, meyveler dökülüyor…

Çocuk(luk)larımızı, genç(lik)lerimizi, ihtiyar(lık)larımızı; havayı, güneşi, yağmuru, çamuru; çiçeği, böceği, kuşu kurdu ıskalamadan yaşamayı öğrenmenin yolunu bir türlü bulamıyoruz.