"Eskiler yaş kemale erdi' derlerdi.

Benim de yaşım erdi. Ereceği yere kadar.

Artık sakin ve huzur içinde münzevi bir yaşam düşlerken, tonlarca

Yükün altında sıkışıp kaldım.

Bir de günlük telaşlar, insan maskeleri, öfke, keder ve kader derken bazen hiç çekilmez oluyor yaşam.

İnsanların değerleri, unutup maddenin içinde kaybolmaları...

Gökkuşağını görmek için, yağmurların altında sırılsıklam beklemekten usandım artık.

Bu sabah lavanta kolonyamı sonsuza kadar içime çekip doldurdum.

O deli kokuyu şakaklarıma kadar hissederek, çocukluğuma hayatımın en güzel günlerine döndüm.

ORADA BİR KÖY VAR UZAKDA..

Gözlerimi kapatıyorum uzun yıllar ötesinden bir anı yine.

Akşamın alaca karanlığı, çökmek üzere en sevdiğim saatler.

Gün batımı yaz mı kış mı hatırlamıyorum.

Allah'ım ne de çok yazmak istediğim şey var dağarcığımda.

Köydeyim dedemin çiftliği ve iki katlı büyük eski bir ev.

Kocaman cumbaları, duvara gömülü banyoları, oymalı merdivenleri, merdiven başındaki mavi opal lambası.

Kocaman bir salon, upuzun sedirler ve sert kıtık yastıklar.

Yatak odalarının tavana yakın bölümünde, kadife kaplı bugün dahi ne işe yaradığını anlamadığım küçük localar zorla tırmanarak çıkabildiğim.

Kapılarda iri porselenden yapılmış tokmaklar.

Evin dış cephesi çok görkemli . Koskocaman bir tahta kapı, üzerinden pirinçten büyük bir nal. Arkasında ise kale kapısı gibi iri demir kollar var.

Tahta pencerelerdeki panjurlar rüzgarda vurur durur kendi kendine. O ses hala belleğimde tak... tak..

Arsız hanımeli bitkisi eve tırmanmaya çalışıyor. Ana cephede rengarenk eski yazılar ve figürler. Eski yazı ile yazılmış tarihler.

Bu evi Behzat ağa yaptırmış. Dedemin dedesi Behzat ağa..

O zamanlar Bafra da ve köyünde bayağı nüfuzlu bir adammış.

Cumhuriyet öncesi güçlü ve Bafra'nın ileri gelenlerinden bir şahısmış.

Bir rivayete göre yedi köyün ağalığını yapar ve o köylerin güvenliğinden de sorumlu bir zatmış.

Paytonla gezer altın zarflı fincanlarda içermiş kahvesini.

Kahveyi çok sevdiği bilindiğinden, bir gün kahvesine zehir katılarak öldürülmüş.

Hasılı zevk sahibi iyiliksever, dürüst bir adam olduğu,bütün bildiğim bu ne yazık ki...

İşte benim çocuk yıllarım bu evde geçerdi. Genellikle yaz aylarında büyük bir sevinçle köye koşardım.

Ama yaramaz bir çocuk olduğum için beni pek sevmezlerdi.

Sevmeyenler ise kendi nenem ve dedem ve dayılarımdı.

Tabiri caizse onları hiç iplemez bildiğimi okurdum Asi bir çocuktum çünkü.

Haksızlığa hiç dayanamaz . Bu uğurda dayak yemeyi bile göze alırdım.

Zira benim çocukluğumda dayak atmak, dayak yemek pek bir popülerdi !?

Ama onların haricinde köyün fakiri, marabası, yarıcısı ve köpekleri beni pek severdi. Büyükhanımın koynundan, kilerin anahtarını bin güçlükle alır, küplere basılmış kavurma ekmek(ekmek o zamanlar evdeki avlu da fırında pişirilirdi.)tereyağı, bal ne bulduysam kaçırır marabalara fakire ve köpeklere verir, dayağı da yerdim.

Hiç de ağlamazdım iyi bir iş yaptığımı bildiğimden olsa gerek.

Ağlamadığım için hırslanıp bu kez bana "Domuz " derlerdi.

(Kim bilir bugün domuz dahil tüm hayvanları bu kadar çok sevdiğim belki de bundandır.)

Köyün tahta bir camii, rüzgarda sallanan bir minaresi vardı

En büyük zevkim zamanlı, zamansız minareye çıkıp (Allahu ekber, yatta geber, ağzına bir kaşık biber) diyerek ezan okumaktı.

Herkes bu ezanı kimin okuduğunu bilirdi.

Rüzgarda deli gibi sallanan bu minarede ezan okumak kolay bir iş değildi.

Akşam çökünce köy, karanlığa bürünür köpek havlamalarından başka hiç bir şey duyulmazdı.

İşte o zaman, en güzel geceler başlardı benim için. O tarihler de hiçbir bir köyde elektrik, su bulunmazdı.

Su, kuyulardan ve mazotla çalışan pompalarla elde edilirdi.

Büyük gaz lambaları yakılır, adına( idare) denilen gazlı kandiller yanardı.

Yer ocağı ise, yaz ve kış daima yanardı . Akşam çökünce ocağın karşısında gaz lambasının harelerinde bir düş yolculuğu başlardı benim için.

Her şey ne kadar da güzeldi. Hayat ne kadar da uzun ve bitmez tükenmez gelirdi o zamanlar bana.

Uçsuz bucaksız ormanlarda koşmak, su kanallarını izlemek, kurbağa seslerini dinlemek, eve dönmekte olan bir sürünün koşuşturmasını izlemek çok güzeldi.

Koyunların boynundaki çanlar hüzünlü sesler çıkarır, heybetli çoban köpekleri nazlı, nazlı sürüyü takip ederdi.

Çocukluğumu çok özlüyorum hatta tekrar çocuk olmak istiyorum.

Heyhat, her şey için ne kadar da geç artık.

Oysa şimdi çok zamanım kalmadığını görüyorum hala yapmak istediğim çok şey var. Lakin yaş kemale erdi. Hüzün trenine bindim bile...

Gidiyorum özlemlerimi, sevdiklerimi geride bırakarak.

Önümde belki bir kaç istasyon daha var.

Bu istasyonun adı sonbahar.

Mevsim de sonbahar, istasyon da son bahar ...

Sarı mimozalar çoktan soldu.

Kuşlar yine aynı kuşlar ama mevsim hazan ne yazık ki..

Gözyaşıdır hüzün dediğin .Iğıl, ığıl akar içine...

Akar da, yakar yüreğin. Gözyaşım tuttum, gözyaşım yuttum.

O ne!?.. Tren hızlandı.

Tekerlek sesleri beynimi deliyor adeta.

Bir mendil sallıyorum hayata...

BİR FİNCAN KAHVE KADARDI HAYAT....