Bazı kelimeler vardır, manası herkes için değişir... Çoğunlukla yüksek ve derunî kavramlar, böyledir: Zafer, aşk, iman, cesaret gibi laflar...

Herkes kendine göre tarif eder bu türden iddialı sözleri... Üstelik nerden baktığına göre de değişir... Öyle ya, birinin zaferi ötekisinin yenilgisi olabilir pekala... Veyahut kimisinin aşkla bağlandığı bir başkasının nefreti de olabilir!

"Dava" da böyle laflardandır. Herkes başka tarif eder.

Mesela, Said Nursi "Bu dünya fanidir, en büyük dava, baki alemi kazanmaktır" diye meseleye bakarken Cemal Meriç, "Halledilmesi gereken en büyük dava, bu dünya üzerinde münevverin nefes alabilecek hale gelmesidir" diye tamamen dünyevi bir tarif yapmış.

Aslında "dava" kelimesini ölüm ve yaşam ile ilişkilendirenler hiç de az değil!

Paulo Coelho, kahramanlar ile delileri karşılaştırırken "Deli intihar eder, kahraman bir dava uğruna kendini feda eder. Neticede ikisi de ölür!" demiş mesela.

Şamil Basayev ise bakın ne söylemiş: "Bir dava, uğruna ölünecek kadar değerli değilse yaşanacak kadar da kıymetli değildir!"

İnsanlardan uzak bir hayat sürmesiyle bilinen Amerikalı yazar Salinger'in tarifini de severim: "Bir dava uğruna soylu biçimde ölmeyi istemek, olgunlaşmamış insan davranışıdır." demiş ve şöyle devam etmiş: "Olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz yaşamak istemesidir."

Genç yaşta kaybettiğimiz ülkü ocakları eski genel başkanlarından Ali Metin Tokdemir, davasını tarif ederken "ülkücülük bazen evinin bir köşesine çekilip lekesiz, onurlu biçimde yaşamaktır" demiş ya hani... İşte o misal!

Tabii bir de "dava adamları" var. İnandıkları fikir, varmak istedikleri amaç, her fedakarlığı göze aldıkları bir hedef uğruna ömür eskiten insanlar için kullanılır, bu sıfat...

Her ideolojinin kendi dava adamları vardır üstelik. Ozan Arif ülkücülerin, Yılmaz Güney devrimcilerin, Necip Fazıl muhafazakarların dava adamıdır mesela.

Ha, yazımın başlığına bakıp editör hatası olduğunu zannetmeyin. "Dava adamı" başka, "dağva adamı" başka...

Gerçek dava adamları, hiçbir zaman kendileri böyle isimlendirmez. Mütevazı olur, az konuşur, gerektiğinde cesaret gösterseler de çoğunlukla sakin ve huzurlu bir hayat sürerler. Onların "dava adamı" olduklarını fikirlerini, felsefelerini ve tavırlarını kutsayan kitleler söyler. Kitap kapaklarının ardında, türkü sözlerinde, belgesel bir film karesinde, gazete köşelerinde ve nadiren de slogan atanların dudaklarında rastlarsınız onlara... Sevmezler çünkü ayakaltında dolanıp, ortalık malı olmayı.

"Dağva adamı" dediklerim başka... Onlar ulu orta gezip kendilerini davanın sahibi ilan ederler. Biraz gizemli bir hava vermekten hoşlanırlar. Gençlere akıl vermeyi severler. Sorsanız büyük bedel ödediklerini söylemekten geri durmazlar. Bu nedenle orta yerde bir pasta varsa önce onların hakkıdır. Ballı bir ihale varsa tam oların harcıdır, İşe biri girecekse onun çocuğu önceliklidir, bir yere aday gösterilecekse ya kendisi olmalıdır, en kötü onun önünden geçilmelidir.

Bir başarı varsa sahibi odur. Başarısızlık anında kabahat, onu dinlemeyen yeni yetmelerindir.

Dağva adamlarının bir tek yazılı satırı, iki dize şiiri yoktur. Şarkı türkü bilmezler. Slogan atmayı, papağan gibi lider belledikleri adamların sözlerini tekrar etmeyi marifet sayarlar.

"Dava adamları" ile "dağva adamları" arasındaki farkı rahmetli Alparslan Türkeş'in şu sözlerinde arayıp bulmak mümkündür belki de: "Dava adamı olmak için önce adam olmak lazım... Dava öğretilir ama adamlık öğretilmez!"

TUZ KOKUSU

En nefret ettiğiniz koku hangisi?

Çorap kokusu? Ter kokusu? Tuvalet kokusu? Leş kokusu?

Hepsi berbat kokar ama bilen bilir; en kötüsü çürümüş süt kokusudur.

Yani ben öyle zannederdim. Meğer beterin beteri varmış...

Siz hiç "kokmuş tuz" kokusuna maruz kaldınız mı?

Allah göstermesin!

TAVŞAN VE HAVUÇ HİKÂYESİ

Siyasette tecrübeli bir arkadaşım söyledi: Tavşan adaylar genellikle kendilerinin tavşan olduğunu bilmezlermiş... Ona maddi manevi destek olanların gazına gelirler, kazanacaklarına iman ederler, sandıklar açıldıktan sonra da gerçeklerle yüzleşemezlermiş...

Aklımız ermez... Biz, bir tavşan fıkrası anlatalım, üstüne alınan alınsın:

Eczaneye bir tavşan gelmiş. "Buyrun efendim, size nasıl yardımcı olayım?" diye soran eczacıya, "Havuç var mı, havuç?" demiş.

"Havuç mu? Hayır, burası eczane... Burda havuç olmaz." cevabını alınca gitmiş.

Ama ertesi gün, tekrar çıkagelmiş: "Havuç var mı, havuç?"

"Hayır efendim, bizde olmaz, köşede bir manav var, oraya sorun."

Tavşan inatçı... Sonraki gün tekrar gelmiş. "Havuç var mı, havuç?"

Eczacı sinirlenmiş: "Dalga mı geçiyorsun kardeşim? Defol git burdan ve bir daha gelme!"

Dedik ya tavşan kararlı. Ertesi sabah gene uğramış eczaneye: "Havuç var mı havuç?" der demez eczacının tepesi iyice atmış. Patlatmış yumruğu suratına, dişlerini dökmüş zavallıcılığın.

Lakin ertesi gün gene gelmiş tavşan. Dişleri yok tabii: "Havuç suyu var mı, havuç suyu?"