Eşsiz güzellikleriyle yaylalarımız o kadar değerli ki…
Hele havalar bugünlerde olduğu gibi sıcağıyla bunaltıyorsa.
Bir de insanımızın yeşile, doğaya olan hayranlığı da cabası.

Kümbet yaylasında zirvedeki muhteşem görüntüyle ruhumuzu dinlendirirken tanıştığımız ailenin doğayla iç içe olmanın verdiği mutluluğuna tanık oluyoruz.
Harran Üniversitesi profesörü hocamız tam bir doğa tutkunu. Her yıl ailesiyle bölgeyi keşfettiğini söylerken, Karadeniz'i neredeyse bizden daha fazla biliyor.
Ülkemizin zenginlikleri gerçekten alabildiğine çok.
Değerini bilip doyasıya yaşarsak bizlere yeter de artar bile.
Bu arada yayla ziyaretlerinde yayla merkezine odaklı kalınmaması gerektiğini söylerim. Bu düşüncem çok yer görebilmek ve doğanın eşsiz güzelliklerine doyamamanın belirtisi belki de.
Kümbet yaylasında konaklamaktan vazgeçerken, bölgeyi çok iyi bilen birisine ulaşıyorum. O kişinin ambalaj kağıdına çizdiği yaylalar arası geçiş noktalarını bile bir navigasyon hassasiyetiyle belirten rota yol rehberim oluyor.
O kağıtla ilk kez çıktığımız dağlarda kaybolmak mı? Ne mümkün.
Kümbet' ten sonra hedef Kulakkaya ve efsane yayla Bektaş…
Bektaş yaylası bölge yaylalarında üst zirve.
Bektaş yaylasını gözümüze kestirip Kümbet'e çıktığımız yoldan farklı bir yolu kullanırken Sivas yol sapağında duruyoruz. Çeşme başındaki Şebinkarahisar yönüne giden otomobildekilere Kümbet'e uğramadan geçerseniz kaybedersiniz diyoruz.
Aracımızla yol alırken önümüze ilkel metotlarla yapılan Halil Rıfat Paşa Tüneli çıkıyor. Tamamen el emeği, kazma kürekle kayalar parçalanarak yapılan bu tüneli Giresun Sivas arası yolculuk yapanlar mutlaka kullanıyorlar.
Yavuz Kemal beldesinde yol üzerindeki çeşmeden akan sudan doldurmak için kendine park yeri arayan araçların yanında kendimize yer buluyoruz. Öğrendik ki çeşmeden akan doğal maden suyu o bölgede birçok yerden adeta fışkırıyormuş. Acısu denilen yerde kaplarımızı doldururken yöresel ürün satışı yapanlarla sohbet ediyoruz. Ormanlardan emek harcanarak toplanan mantar türleri ve nasıl pişirilip yenileceği konusunda bilgileniyoruz.
Nerede yatacağız, ne yiyeceğiz endişesi yok üzerimizde.
Yol üzeri her ormanlık alandan çıktığımızda, görebilmeyi umut ettiğimiz kalabalık yerleşim yerlerini hedeflediğimiz yayla merkezleri olarak algılamaya çalışıyoruz. Tırmanırken her dönemeç sizi başka bir doğa görüntüsüyle buluşturuyor.
Bektaş'a çıkmadan Kulakkaya yaylasındaki evlerin güzelliği cezbediyor bizi. Yatak sayısının epey fazla olduğu ve yaylanın tam üstüne tüm heybetiyle inşa edilen otelin kışın dahi hizmet verdiğini öğreniyoruz.
Kah ormanlık alan, kah virajları aşarak zirveye tırmanırken geriye baktığımızda sayısız dağ sanki ayağımızın altında. Bir süre sonra uzaktan dağın eteğinde gözüken yerleşim yerinin Bektaş yaylası tahminimizi yol kenarında hayvanlarına çobanlık yapan teyze doğruluyor.
Kümbet 'ten sonra Bektaş yaylasını tam cephe alacak şekilde çadırımı kuruyorum.
Bir üs merkezi gibi bu güzelliğin keyfini sürdürmem uzun sürmüyor. Çevrede otlanan hayvanların etrafımızda birikmesiyle çadırımızı kaldırıyoruz.
'Bektaş yaylasının sahipleri' adeta 'Hoş geldin' diyor.
Devamında da 'Buraya çadır kurdurtmayız' diye ikaz ediyorlar.
Doğanın vazgeçilmezi canlılarla da dost oluyoruz.
Bektaş yaylası ve sonrası ise bir sonraki yazıda…