Ya 1965'in sonu ya 1966'nın başı; ya on yedi yaşındayım ya da on sekize adım atmışım veya atacağım. Çapa'da bir apartmanın zemin katında on- on beş kadar üniversiteliyiz. İhtilalin Kudretli Albay'ı konuşuyor ve sabrı öğütlüyor o tok mu tok sesiyle ve de tane tane: 'Kınalı kuzu postunda Bozkurt olacaksınız. Zamanı gelince tankı tutup duvara vuracaksınız. Tank tutulup duvara vurulur mu? Vurulmaz. Ama siz vuracaksınız…'

Ne büyüktü kendimize biçtiğimiz rol ve bize verilen görev. Türk'ün kaderini çelik ellerle kavrayacak 'çağlar üstü bir sıçrayışla medeniyetler aleminin en ön safına taşıyacaktık.' 'Fabrika bacaları ile minarelerin yarıştığı yüz milyonluk Büyük Türkiye'yi' kuracaktık. Ve asırlarca peşinde koşulan Kızılelma'yı biz derecektik kah Roma'da, kah Viyana'da kah Moskova'da.

Boyumuz nasıldı bilmem ama hayallerimiz, hülyalarımız, hedeflerimiz büyük mü büyüktü. Sınırlar yetmiyordu onu kavramaya, hani dedim ya Kızılelma'yı biz derecektik diye, işte o, ideallerimizin sınırsızlığının ta kendisiydi.

Okuyorduk, tartışıyorduk; biz okudukça kimi asistan, kimi doçent, kimi profesör birileri de yazıyordu. Milliyetçi-Toplumcu Türkiye öyle bir iştiyakın ve öyle bir gayretin ürünüydü. Büyük Türk Milletini altı sosyal dilim halinde teşkilatlandırıyor, güçlendiriyor ve ekonomiyi onlarla millileştiriyorduk. 'Türkiye ne aç hürlerin ne de tok esirlerin ülkesi' olacaktı; Türkiye tok ve hür Türklerin ülkesi olacaktı ve her şey Türk için Türk'e göre Türk tarafından olacaktı.

Birinci Türk Dünyası Kurultay'ında Saha Türk'ü metalürji mühendisi Oguan'ı hatırlıyorum. Kürsüde, kolunda muhteşem bir Sibirya kurdu postu, tok bir sesle konuşuyor: 'Bizim orada bir söz var; damarında ne kanı akar, yüreğinden nereye bağlısın? Damarım da Türk kanı akar, yüreğimden Ankara'ya bağlıyım. Bu postu da Türklerin Başbuğu Alparslan Türkeş'e getirmişim…'

Salon ayakta, salon alkıştan inliyor. Tam yirmi beş yıl önce, henüz iletişimin böylesine yayılmadı bir dönemde Asya'nın ta neredeyse en ucunda bilinen, tanınan ve kabullenilen bir lider, bir başbuğ… Ve ona umut bağlamış üç yüz milyonluk bir büyük ailenin bir ferdi ve bir armağan.

Nasıl da geçti zaman ve ne oldu, rüzgar niye hız kesi ya da daha acısı ne zaman ters esmeye başladı da bir koca hareket bir küçük ilçeyi, bir bilmem kaç bin kişi arasında lütfedilen birkaç sandalyeyle teselli bulur hale geldi/getirildi.

Yaşamanın ve yaşlanmanın sonu bu mu olacaktı? Turan hayali kuran nesiller sıradan bir belediye başkanlığına ve bugüne kadar binlercesi gelip geçmiş birkaç meclis üyeliğine fit mi olacaklardı? Gel de Arif Nihat Asya'nın 'Ağıt' şiirini hatırlama. Gel de 'Ağlasın Akülke, Ağlasın Sütgölü/ Yollara Kürşatlar uzanmış' ölü diye ağlama. Ben ağlıyorum; ama verilen emeklere, kaybolan yıllara, toprağa düşen aslanlara değil, milletin yıkılan umutlarına ağlıyorum.