İnsanoğlu keyfiyetten seyahatlere çıkar.

Tatil hayalleri kurar buna göre planlar yapar.

Peki, şifa aramak için evlerini, ocaklarını, ailelerini zorunlu terk edenler hiç aklımıza geldi mi?

Benzer süreci tüm detaylarıyla az yaşamadık. Samsun-İstanbul hattında mekik dokuduğumuz lösemiyle mücadele yıllarımız gerçekten unutulmaz anılarla dolu.

Yaşadıklarımızı bugün başkaları yaşıyor/yaşayacaklar.

Samsun son yıllarda bu anlamda çok zengin; o zenginliğin içinde ilimizin misafiri kaderin onları bir araya getirdiği Artvinli, Çorumlu ve Erzurumlu babalar geldi aklıma.

İkisinin çocuğu ilik nakli, birisinin lösemi tedavi sürecini tamamlamak için evlerinden uzakta olan babaların duygularını tartarken hafızam beni geçmişe götürdü.

Zaman ve mekan farkıyla aynı tecrübeyi bizler yaşamıştık. Onlar bizim geçmişte yaşadıklarımızı bugün yaşarken benzer anıları da belleklerine kaydediyorlardı.

O babalara nazaran şansımız, tedavilerin büyük bölümü ikamet ettiğimiz merkezde yapılmasıydı.

Emrah'ın 19 Mayıs Üniversitesinde annesiyle yattığı günler, o kısacak mesafede dolmuş hastane arasındaki yolculuklarımız hiçte kolay değildi.

Yaşadığımız olumsuz duygulardan kimse etkilenmesin düşüncesiyle sabit bir duruşla aracın camından dışarıya baktığım o günler, beklentilerin karmakarışık, kasvetli bir fırtınayı andıran durumumuza rağmen umuda tutunmak istediğimiz yıllardı.

Rabbim benzer sıkıntıları kimseye yaşatmasın dilekleri, acaba yaşanılması kaçınılmaz acılarla yüzleşen o babalara yeterli gelebilir mi sizce?

O babalar belki hastane dışında ama içlerinde ne tür fırtınalar kopuyor kimse bilemezdi.

Hastane içi ve dışında kalanların duygularının birbirleriyle farkı yok aslında. Anneler çocuklarla hastanede kalırken babaların dışarıda tuttuğu nöbeti kim ne kadar hissedebilir ki?

Aile bireylerinin arasına demir parmaklıklar ören, hastayı yakınlarından izole eden ilik nakil süreci var ki, o süreç hastanedeki anne ve çocuk kadar en az dışardaki babaları da yıpratıyor.

Paylaşmaktan çekindikleri olumsuz düşünceleri müjdeli haberlerle eritmenin telaşında olan babaların duygularını anlatmak o kadar zor ki…

Sürecin inişli çıkışlı olduğunu öğrendikleri için olabilecek gelişmelere karşı da hazırdılar.

Samsun'da aracımla seyrederken evlatları için kilometrelerce ötelere savrulanların çektiklerini o gün içimde bir yumru gibi hissettim. O an hissettiğim yaşlanan gözler, sızlayan burun direklerim, sessiz ve derinden gelen yaşadığım hüzündü.

Tecrübelerin kazandırdıklarıyla başka acılara en azından ortak olabilmenin insanı mutlu edebileceği yollar varken kendime; 'Ne oluyor sana Kenan!' dedim.

Gözlerim kapalı, karşımdaki devasa Karadeniz'i zihnimde dalgalandırırken, yine sormadan yapamadım:

'Geçmişte bizim, bugünlerde o babaların yaşadıklarını yaşamaya aday olduğumuzu kim ne kadar biliyor acaba?'

Benim için o anda tek seçenek vardı.

Kaldıkları yerde ziyaretlerine gitmekti.

Umudu tüketmek istemeyenleri konakladıkları misafirhane önünde baş başa dertleşirken buldum.

Yanlarında demlikleri ellerinde bardaklarıyla…

Beni de 'Babaların demli çayı' kendime getirdi.