2005’te AB ile ortaklık müzakereleri başladığında tam üyeliğimiz için verilen son tarih 2014’tü. 2014’ün bitmesine üç aydan biraz fazla bir zaman var ama bırakın ortaklığı artık AB’nin lafını eden bile yok. O kapı tamamen kapanmış vaziyette. Aslında hiç açılmamıştı. Ne onların almak gibi bir niyeti vardı ne de bizim girmek gibi samimi bir arzumuz. İçerideki meşruiyeti sağlamlaştırmak için dışarının desteğine duyulan ihtiyaç; bizimkileri girecekmiş gibi yapmaya, Türkiye’den koparılacak tavizleri bir an önce elde etme hesabı da onları alacakmış gibi davranmaya zorlamıştı. Taraflar alacaklarını aldırlar, artık kimsenin rol yapmaya ihtiyacı kalmadı. Şimdi gerçeklerle yüzleşme zamanı.

2023’te “dünyanın en büyük on ekonomisi arasına girme” hedefi de güzeldi ve eğer gereği yapılabilseydi AB’ye tam üye olmak hayalinden çok daha gerçekçiydi. AB’nin anahtarı onların elindeyken kalkınmanın anahtarı bizim elimizdeydi. Ama ne yazık ki hem o hedef gerçekçi değildi hem de biz o iddianın gereğini yapmaktan çok uzaktık. Sanayiyi terk etmiş, üretimden kopmuş ve kalkınmasını ithalata bağlamış bir ekonominin on yıl içinde yedi sıra birden atlaması imkansızdı. Ne yazık ki bu hayalimiz de gerçekleşmeyecek. Fert başına 20-25 bin dolarlık gayrisafi milli gelir hesabımız da yıllık beş yüz milyar dolarlık ihracat hesabımız da tutmayacak. Ülkenin beş yüz milyar dolarlık ihracat hesabı tutmayacağı gibi Samsun’un yıllık 6 milyar dolarlık ihracat hesabı da tutmayacaktır.

Bunları söylemek ve yazmak beni sevindirmiyor tam tersine üzüyor. Çünkü bu kent benim kentim, bu ülke benim ülkem. Ben de bu ülkede herkes gibi ve herkesle beraber yokluğu değil varlığı, üzüntüyü değil sevinci paylaşmak isterim. Ve bir şey daha; ülkemin geleceği hakkındaki endişelerimde yanılmayı da herkesten çok isterim. Keşke ben yanılsam; AB’ye girmek gibi bir imkansızı bir kenara koyarak söylemek gerekirse, keşke bu ülke önümüzdeki dokuz yılda yedi basamak değil on basamak yükselse de dünyanın onuncu değil yedinci en büyük ekonomisi olsa.

Keşke…