Bir hainlere bir de gafillere inat “ağlamayacağım” diyorum bir
süredir. Ama olmuyor, tutamıyorum kendimi ve yine bir aslan parçası
bir hain pusuda toprağa ve acının ateşi Anadolu’nun doğusundan
batısına, kuzeyinden güneyine bir şehit evine düştüğünde, gözyaşlarımı
tutamıyorum. Bazen için için bazen de sesli sesli ve hatta isyan dolu
haykırışlarla ve ihanete ve gaflete aynı dozda lanetlerle ağlıyorum.
Ülkemin dul kadınları, öksüz yavruları ve beli bükük analarıyla,
babalarıyla birlikte ağlıyorum.
Geçmişin gafletine, halin sefaletine ve istikbalin kaçınılmaz
felaketine ağlıyorum. Geldiğimiz nokta, tarihi şartların değil geçmiş
gafletlerin ve de umursamazlıkların doğal ve hatta kaçınılmaz
sonucudur. Ayrılıkçı terör organizasyonunun ilk eylemindeki ihmali ve
vurdumduymazlığı “üç beş çapulcu” söylemiyle basite indiren, devlete
kafa tutan kalkışmanın tahribatını “cana gelmesin de cama gelsin”
safsatasıyla geçiştirirken o camın arkasında devletin haysiyetinin
olduğunu ve o haysiyetin de camla birlikte tuzla buz edildiğini
anlamayan idraksizliğin eseridir. Vatan savunmasını Şivan Perver le
türkü çığırmak, Barzani’ye saz çalıp türkü okumak zanneden aklın,
devleti temsil noktasına taşınmasının ürünüdür.
“Şu Bizim Rumeli’yi”, şu bizim “Avrupa’daki anavatanımızı” akıl almaz
gafletlerin, yüz karası mağlubiyetlerin ve tarihimizin hiçbir devirde
yazmadığı acıların sonunda kaybedişimizin üzerinden sadece yüz üç yıl
geçti. Ve biz günümüze ve geleceğimize emsalsiz dersler çıkaracağımız
o faciayı unuttuk. Ne acılarımızdan bir milli edebiyat yaratabildik ne
de olaylardan bir milli politika için gerekli malzeme çıkarabildik.
Ernest Renan, “Türkler, bunu unutturmayacak bir edebi güce sahip değil.
Hakikaten bunlar bunu aşabilecek, bunu bir kine çevirebilecek, bir
hafızaya dönüştürebilecek milli bir edebiyata sahip değiller” derken
ne kadar haklıymış. Balkan Harbi öncesi Sırplar bize karşı kullanmak
üzere Fransa’dan aldıkları topları bizim Selanik Limanı’na indirdiler
ve bizim topraklarımızdan geçirerek Sırbistan’a götürdüler.
Bulgarlarla Yunanlılar bize karşı anlaşma imzalarken biz Redif ve
Nizamiye askerlerini terhis etmekle meşguldük.
Bir de olayın nesilleri geleceğe hazırlama yönü var. Balkan
Savaşlarını Rechtpost’un savaş muhabiri olarak izleyen
Avusturya-Macaristan ordusu subaylarından Wagner Bulgar annelerin
çocuklarını yetiştirirken ‘Uyu yavrum uyu, büyüdüğün zaman dağların
çarı olacaksın’ diye ninni söylediklerini yazar. 1917 Ekim Devrimi’ni
anlatan meşhur “Dünyayı Sarsan 10 Gün” kitabının yazarı John Reed de
Sırp annelerinin doğan erkek çocuklarını “Kosova’nın intikamını alacak
küçüğüm, hoş geldin” diyerek karşıladıklarını aktarır. Sırplar
Kosova’nın intikamını tam 523 yıl sonra aldılar. Osmanlı aydını Ethem
Nejat da Balkan Savaşlarını anlatırken “Balkanlıların askeri orduları
değil, öğretmen orduları galiptir” der. Bizim unuttuğumuz belki de hiç
hatırlamadığımız bir alan. Bugünlerdeki eğitimimiz o günlerdekinden
farklı mı ki?
“Ağlamayacağım” diyorum ama ağlıyorum; nasıl ağlamam ki, ben Balkanlı
değilim ama Balkanları okuyorum, öğreniyorum ve Türkün beş asırlık
ikinci anavatanının gafletlerle, ihmallerle ve maalesef kimi zaman da
bunlarla birleşen ihanetlerle bir daha geri dönmemek üzere elimizden
nasıl çıktığını biliyorum. Ağlıyorum hayatının baharında toprağa düşen
şehidime. Ağlıyorum geride kalan yetimine, duluna, sevenlerine ve
sevdiklerine. Ağlıyorum tüm hayallerini ve hayatının geride kalanını
sevdiği aslan parçasıyla birlikte hayatının baharında toprağa veren
“elleri nur sularından kınalı” kızlara. Ağlıyorum gafletimize,
dalaletimize ve hatta hıyanetimize.
Dünümüze hayıflanıyor, bugünümüzden utanıyor, istikbalimize ağlıyorum.
“Ağlamayacağım” demiştim, bugünleri görüp yarınları tahayyül edip de
nasıl ağlamam ki? Ağlıyorum ve sadece benim değil hepimizin gözyaşını
dindirecek hamiyet sahibini bekliyorum…