Her gün, değişik duygular içinde güne başlarız. İş yoğunluğundan dolayı, bir koşuşturmadır gidiyor. Bu arada ruhumuzu canlı tutmak, doğayı seyretmek, kırlara dinlenmeye gitmek, her zaman mümkün olmuyor. Yaz kış derken mevsimler birbirini kovalıyor, yaşam su gibi akıp gidiyor. Zamanın bu akışında bizi ayakta tutmaya yetecek güzelliklerle dolu bir yaşam sürmek, bizim elimizde değil mi? Çoğu zaman değil. İş aş derken büyükşehirler insanı yoruyor.
Yine de şehrin bu yorgunluğunu hafifleten, insana nefes aldıran güzel şeyler olmuyor mu yaşadığımız şehirde? Oluyor, tabii. Opera, tiyatro, sinema, müzik derken şehrin kültür mekanlarında sahnelenen sanat eserleri, bizi yaşamla buluşturuyor. Bizim insan yanımızı besliyor. Bizim ayakta kalmamızı sağlayan güzellikleri yaşatıyor. Böylece ruhumuzu canlı tutarak günlük yaşamın yorgunluğunu üzerimizden atıyoruz.
Hayatın tadı ayrıntılarda saklıdır.
Yaşadığımız anı, doğadaki derin ahengi resmeden fotoğraf makinesiyle karelendirdiğimiz güzellikleri her an kalıcı kılmak, biraz da bizim elimizde. Bakmak, görmek iki ayrı fiil. Bakıyoruz ama göremiyoruz. Demek ki görmemizi sağlayan beyinsel birikimimizi fotoğraf makinesi resmediyor. Görmeyi bilmek, zihinsel bir çaba işidir. Bilinmeyen yollar keşfetmek, her dem genç ve dinç kalmak beyinsel melekelerimizin işleyişi sayesindedir. Ayrıntı dediğimiz çoğu kez göremediğimiz şeyler yaşam hakkında bize önemli ipuçları verir. Hayatı algılamada, anlamlandırmada ayrıntı dediğimiz bakış açıları; bizim doğru karar vermemizi sağlar.
Farkında mısınız bilmem yaşamın tadı budur zaten: Ayrıntılarda saklı kalmak.