Eğer bugün başımızda bir soykırım belası varsa ve eğer bugün
bağrımızda bir hançer her yıl biraz daha derine işliyorsa; bilelim ki o
hançeri ilk tutan ve bağrımıza ilk saplayan ya da beynimize sıkılan
kurşunu namluya veren el, bizim kendi elimizdir. Geçmiş iktidarı
suçlama, geçmiş iktidardan intikam alma hesabı taşımıştır tehcir
suçlamasını bizim kendi meclisimize ve kendi mahkemelerimize, ardından
da İngiliz Kraliyet Mahkemesi’ne. Ve ne ilginç ve ne acıdır ki bizim
mahkemelerimiz, bizim insanlarımızın bazılarını suçlu bulurken İngiliz
Kraliyet Mahkemesi “delil yetersizliği” gerekçesiyle hepsini de beraat
ettirmiştir.
Mütareke İstanbul’unda ve Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında ilk bizim
mebuslarımız gündeme getirir “Ermenilere yapılan zulüm!” iddiasını.
Dertleri hak hukuk değildir, aslında Ermenilere yapılmış özel bir
zulüm falan da yoktur; dertleri eski hükümeti, siyasi rakipleri
İttihatçıları yargılamaktır. Ama onların araladığı kapıyı Ermeni asıllı
Aydın Mebusu Emanuel Emanuelidi, Kozan Mebusu Matyos Nalbatyan, Halep
Mebusu Artin Boşgezenyan efendiler ve diğerleri sonuna kadar açmakta
ve bu milletin vatansever evlatlarını Divan-ı Harbi Örfi Mahkemelerine
çıkarmakta gecikmedi.
Tam bir kepazeliktir o mahkemeler. Sanıkları savcılar belirlemez,
İngilizler belirler, Rumlar ve Ermeniler belirler. Vatanseverler
tutuklanır. Horlanır, hakarete uğrarlar. Diyarbakır eski Valisi Reşit
Bey yakalanacağını anlayınca “ hükümetin oyuncağı, düşmanların
eğlencesi olmamak için intihar eder. İngiliz General Milne
“tutuklamalardan duyduğu memnuniyeti” basında dile getirir. İşgal
Komutanı Fransız d’Esperey ise ayağına kadar çağırdığı Sadrazam Tevfik
Paşa’ya İttihatçıların cezalandırılmasıyla ilgili olarak “Eğer
hükümetiniz şiddetli icraat göstermezse, hakkınızda verilecek hüküm pek
vahim olacaktır” tehdidini savurur.
Sultan Vahdettin 23 Kasım 1918 Daily Mail Gazetesi Muhabiri G. Ward
Price’a verdiği demeçte “ Ermeniler hakkında reva görülen muameleleri
büyük bir üzüntü ile öğrendiğini, bu çeşit olaylara yol açanların en
ağır şekilde cezalandırılması için derhal inceleme ve araştırma
yapılması emrini verdiğini” söyleyecektir.
Padişah Hazretleri böyle der de bakanı durur mu? Dahiliye
Nazırı(İçişleri Bakanı) Cemal Bey, Moniteour Oriental’e verdiği demeçte
“İttihatçıların sekiz yüz bin Ermeniyi öldürdüğü ve dört yüz bin
Rumu da tehcir ettiklerini” öne sürer. Gördüğü tepkiler üzerine daha
sonra geri adım atar ve “Sekiz yüz bin Ermeninin katledildiğini
söylemediğini çok iyi hatırladığını, o kadar nüfuzun katledilmiş
olamayacağının çok açık olduğunu” söyleyecektir ama iş işten geçmiş,
ifadeler bir kere kayıtlara girmiştir.
1918’in iç hesaplaşmasının faturası bize yıllar sonra çıkarılacaktır.
ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu’nun 2010 Nisan’ında
aldığı 252 Sayılı Karar’ın 4’ündü, 5’inci ve 6’ncı maddeleri tamamen
bizim kendi iç hesaplaşmamızın aptallıklarına dayanır. O maddeler
aynen şöyledir:
Madde- (4) Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Türk Hükümeti,
Ermeni soykırımının “düzenlenmesine ve yürütülmesine” karışan ve
“Ermenilerin katliamında ve yok edilmesinde” rol oynayan üst düzey
liderleri suçlamıştır.
Madde-(5) Jön Türk Rejimi’nin yetkilileri, bir dizi savaş mahkemesinde
yargılanmış ve Ermeni halkına karşı katliam düzenlemek ve yürütmek
suçlamalarından hüküm giymiştir.
Madde-(6) Ermeni soykırımının baş düzenleyicileri Savaş Bakanı Enver,
İçişleri Bakanı Talat ve Denizcilik Bakanı Cemal, suçlarından dolayı
idam cezasına mahkûm edilmiş ancak bu kararlar infaz edilmemiştir.
Bu yargılanmalar ve mahkumiyetler hep bizim kendi mahkemelerimizdedir
ve bizim kendi işimizdir. İttihatçılar İngiliz Kraliyet Mahkemesi’nde
berat edeceklerdir. Çünkü namuslu bir mahkemede, mahkumiyet için
yeterli delil yoktur.
Yüz yıl önceki iç hesaplaşmalarımızın dış politikasındaki faturasını
şimdilerde ödüyoruz. Acaba bugünkü boş laflarımızın ve iç
hesaplarımızın faturası ne zaman karşımıza getirilecek ve acaba kimler
ödeyecek? Çocuklarımız mı yoksa torunlarımız mı?