İki şiir de aynı şaire ait; 'Gel Bahar' diye yalvaran da 'Git Bahar'
diye bozuk atan da aynı insan, aynı şair. 'Gel bahar erit, bu yolun
karını,/Geçen seneleri anmayalım hiç/Dinle bülbüllerin
şarkılarını,/Güllerin kıpkızıl şarabını iç,/Bu dünya bir büyük
meyhanedir, gel!' diye yalvaran bu dizeler 'Gel Bahar' şiirinin ilk
kıtasından. Ama şu satırlar da aynı şairin kaleminden ve 'Git Bahar'
şiirinden, o şiirin ilk kıtasından: 'Çekil bu gölgeli yolda
gezinme,/Bahar bakışların yine pek sarhoş./Yanılıp gönlüme misafir
inme./Kapısı kilitli, mihrabı bomboş/Mabettir orası, meyhane değil...
Halide Nusret Zorlutuna, hecenin büyük şairlerinden. Bizim neslimiz
bilir ama gençler bilmez. Zaten gençler kimi biliyor ki? Ya da
'gençlere kimleri öğretiyoruz ki' demem mi gerek? Doğrusu bu galiba;
sanatını ve değerlerini unutan/unutmaya zorlanan ve hatta inkar eden
nesillerden sonrakilere bir büyük boşluktan, bir anlamsız hiçlikten
başka ne kalır ki?
Herhalde farklı zamanlarda daha doğrusu hayatın başı ile sonu arasında
bir yerlerde yazmış Halide Nusret Zorlutana Hanımefendi bu iki şiiri.
'Saçında baygın bir gül kokusu var…/Dudakların kızıl, karanfil
gibi./Gözlerinde gülsün mine ışıklar,/Sesinle büyüle çarpan her
kalbi./Bu hayat zaten bir efsanedir, gel!' diye yalvaran gençlikle
'Git bahar...Gönlümde ibadet için,/ Diz çöken kızları ürkütme
sakın,/Kalbime girme, o kaşane değil!../Git bahar, git bahar !
Uzaklarda gül,' diye yalvaran olgunluk arasındaki yaşanmışlıklar! Ben
bu iki şiiri de severim ve ikisinin arasında bir ömrü bulurum. Gelen
baharın coşkusuna teşne gençlik ile o baharın coşkusuna cevap
veremeyecek yorgun olgunluğu.
'Gel' diye yalvardığımız, 'gelmesini' büyük bir sabırsızlıkla
beklediğimiz ve 'umutlar bağladığımız' her yeni yılla, uğradığımız
hayal kırıklıkları içinde 'git' diye bağırdığımız, gitmesiyle tüm
dertlerimizden kurtulacağımızı sandığımız ve hoyratça tükettiğimiz her
eski yıl arasındaki o izafi(göreceli) geçiş bizim yanılmamızdan
ibaret. Yılların ne getirdiği iyi veya kötü herhangi bir şey var ne de
götürdüğü. İyi de bizim eserimiz, kötü de. Ne gideni/gittiğini farz
ettiğimizi suçlayalım kendi hatalarımızdan dolayı ne de
gelene/geldiğini sandığımıza bağlayalım umutlarımızı.
Halide Nusret Zorlutuna 'Gel Bahar' şiirinin son kıtasında 'Ben mi
çıldırmışım, sen mi delirdin?/Yalvaran sesimden bu kaçış neye?/Git
dediğim zaman koşar gelirdin;/Gel şimdi de, inan bu efsaneye;/ Şimdi
günler bir peymanedir, gel!' diye yalvarır. Gel 'şimdi günler bir
peymanedir, gel!'. Ama öteki şiirinde ise 'Git bahar, git bahar !
Uzaklarda gül,/Denize renginden bırak hediye,/Ufuklarda gezin, semaya
süzül.../Kalbime sokulma "Peymane!" diye,/Gördüklerin kandil, peymane
değil!' diyerek kovar bir zamanlar yalvar yakar çağırdığı baharı.
Gelmesin elbet, gelmesin, çünkü dünün peymaneleri artık 'peymane'
değildir kandildir. 'Kalbime sokulma peymane diye,/Gördüklerin kandil,
peymane değil!'Peymane 'kadeh' demektir, biline. Ne kötü daha dünkü
kelimeyi bugünün gençlerine açıklamak zorunda kalış!
İlkbaharını geride bıraktık ömrün, artık sonbaharından son kışına
geçtik. Gel desek de boş, git desek de. Kader hükmünü bize sormadan
icra ediyor. Hükmün hayırlısını dilemektir bize düşen.