Çocukluğum İç Anadolu bozkırında geçti. Doğduğum, büyüdüğüm o topraklarda kar kasıma kalmadan düşer nisanı görmeden de kalkmazdı. İlk düşen kar son, son düşen kar da ilk kalkardı.

Benim büyüdüğüm topraklarda evlerin duvarları kerpiç, tavanları topraktı. Her damda bir kürüt bir de loğ taşı vardı. Gece yağan kar, sabah kürütle o kargacık burgacık sokaklara kürünür, kar suyuyla kabaran toprak damlar loğ taşıyla sıkıştırılırdı.

Benim büyüdüğüm topraklarda soğuk kuzey rüzgarları eserdi ve palto bilmez biz çocuklar üşürdük. Yoksulumuzun ayağında hemen hepsi eski kimileri de delik lastik, varsılımızın ayağında ise sağlam lastik ya da çizme olurdu. Ne büyük mutluluktu çizme sahibi olmak! Ne havaydı çizme sahibinden çevreye yayılan ve ne gıptaydı yoksul çocuklarda gözlenen!

Benim büyüdüğüm topraklarda o zamanlar ne servis araçları vardı ne belediye ne de halk otobüsleri. Biz okula o kar yığınlarının arasında büyüklerin izlerine basa basa ve kilometreleri devire devire gider ve gelirdik. Ne okullar tatil olurdu ne de biz okula gitmemezlik yapardık.

Bir metre kara “bana mısın?” demeyen köyden birkaç santim kara teslim olan kentlere geçişten sonraki çaresizliğimizin tek bir açıklaması var: Biz köylü kalmaya razı olmadık ama kentli olmayı da beceremedik. Köylünün tabiata uymada gösterdiği tevekkülü terk ettik ama şehirlinin tabiata meydan okumasındaki yeteneği kazanamadık. Köyden kente giden uzun yolu yürümeye yetmedi dermanımız ve İlber Hocanın ifadesiyle biz “kasabada” kaldık, biz “kasabalı” kaldık.

Geçmişten ve gelenekten koptuk ama geleceği de yakalayamadık. Çağın bilim ve teknolojisinin çok gerisinde kaldık. Köyün nakli kültür değerlerini terk ederken, kentin yazılı kültürüne intibak edemedik. Dünküler okumasalar bile okuyanları dinliyorlardı biz hem okumuyoruz hem okuyanları dinlemiyoruz hem de geçmişin nakli kültürünü, usta çırak ilişkisini hor görüyoruz.

İlber Hoca “köyde üretim var, kasabada üretim yok” der. Biz köyü terk ederken üretimi de terk ettik; önce ailemizin birikimlerini tükettik, uzunca bir zamandır da elin verdiği borç parayla, yine elin ürettiklerini tüketiyoruz. Aslında tükettiğimiz çocuklarımızın geleceği. Osmanlı’nın Düyun-u Umumiye borçlarını Cumhuriyetin ilk kuşakları, dedelerimiz ödemişti. Bizim borçlarımızı da ne yazık ki torunlarımız ödeyecek.

Benim doğduğum topraklarda beyaz karlar yağardı, benim doğduğum topraklarda soğuk kuzey rüzgarları eserdi ama benim doğduğum o topraklarda bahar geldiğinde biz yeni yetmeler, o karların altında boy atan nevruz çiçeklerini toplamak için martla birlikte dağlara çıkardık. Bulduğumuz ilk nevruzu da okulun en güzel kızına verirdik.

Şimdinin gençleri baharı bekler mi bizim beklediğimiz gibi ve buldukları ilk nevruzu okulun en güzel kızına vermek için o dağdan bu dağa koşarlar mı bir bitmez enerjiyle bilmiyorum. Ama ben dağa çıkmayacak olsam da nevruz toplamayacak olsam da baharı bekliyorum büyük bir hasret ve heyecanla. Biliyorum bahar gelecek benim köyüme, kentime, ülkeme. Biliyorum ne kadar yüksek ve ne kadar buz tutmuş olursa olsun tüm karlar eriyecek ve umut çiçekleri, sevgi çiçekleri kaplayacak yurdumun dağını taşını. Bu yurt benim yurdum, bu yurtta ben yaşarım alabildiğine hür. Bu dağlar benim dağlarım benim türkülerim söylenir bu dağlarda. Ve benim bayrağım, ay yıldızlı bayrak, bayraklar içinde en güzel bayrak dalgalanır bu göklerde Edirne’den Ardahan’a. Şavkı Altaylardan Tuna’ya vurur. Ve bizim kışımız bahar gecemiz gündüz olur.

Ben baharı bekliyorum.