Paramız daha azdı ama edebimiz -kesin- daha fazlaydı. Yolumuz da azdı ama insanımız yol da bilirdi yordam da. Bozuktu yollar genelde, yürümek zordu ama yoldan çıkan pek azdı. Çıkamazlardı, çıkmaya kalkan karşısında koca bir mahalleyi, köyü, kenti bulurdu. Her şeyimiz azdı ama adamımız da adamlığımız da çoktu.

Sahalarımız topraktı, hem ne toprak, taş misali, düşen zor kalkardı. Çoğunda tribün yoktu, olanı da betondu, ama hep doluydu. Babalar oğullarıyla, emmiler yeğenleriyle ve rakip taraftarlar birbirileriyle yan yana, diz dize, omuz omuza maç seyrederlerdi. Ne tel örgüler ne demir barikatlar ne de polis orduları göze çarpardı ekonomi olarak daha fakir ama insanlık olarak çok daha zengin olduğumuz o çok da eski olmayan eski günlerde.

Ve futbolcularımız vardı, kimi 'ordinaryüs', kimi 'sinyor' kimi de 'taçsız kral' diye anılırlar hala rahmetle ve saygıyla. O fakir günlerimizde hocalar da fakirlerdi galiba, ne kral olabildiler ne de imparator. Kral olamadılar, imparator olamadılar, hele zengin hiç olamadılar ama onlar önce adam sonra da baba oldular, Baba Hakkı, Baba Gündüz misali.

Ve başkanlar, spor tarihine tertemiz gelip tertemiz gidenler, adam gelip adam gidenler. Hangi takımın başkanı olurlarsa olsun tüm takımların taraftar ordusunun sevgi ve saygısını kazanan başkanlar. Ali Sami Yen, Şükrü Saraçoğlu, Faruk Ilgaz, Güven Sazak, Selahattin Beyazıt ve Süleyman Seba, bunlardan ilk akla gelenler ve hiç unutulmayacak olanlar.

Yıllar önce okumuştum bir yerlerde, o gün bugündür unutmam ama şaşmaktan da geri duramam. 1940'lı yıllar; Şükrü Saraçoğlu önce bakan, sonra başbakan ve Fenerbahçe Kulübü'nün efsane başkanı. Bir maç günü yürüyerek stada gelir. Kapıda Fenerbahçeli futbolcularla bir görevli tartışmakta, daha doğrusu bir görevli az sonra maça çıkacak olan anlı şanlı futbolcuları stada almamakta. Ve kimse de tokadı basıp içeriye girmeye kalkmamakta! Belki de akıl bile etmemekte. Nereden akıl etsinler ki onlar sporcu, hem de sporcunun zeki çevik, akıllı ve de ahlaklı olanları. Ne külhanbeyi onlar ne serseriler.

Efsane başkan, sorar ve öğrenir işin aslını. Meğer o yıllarda Beden Terbiyesi maçı olan kulüplere her futbolcu için iki davetiye veya bilet gönderirmiş, onlar da birini bir yakınına verir diğeriyle kendileri stada girerlermiş. O gün futbolcular davetiye/biletin her ikisini de yakınlarına vermiş ve kendileri stada davetiyesiz gelmişler. 'Olmaz' diyor görevli, almıyor takımı içeriye. Şükrü Saraçoğlu, önce bir biletin fiyatını sorar, sonra cebinden yeteri kadar para çıkartır ve görevliye uzatır 'Rica etsem gereği kadar bilet alır gelir misiniz?' der. Nuh Tufanından kalma bir efsane gibi geliyor adama, değil mi?

İş olsun diye sormadım yukarıdaki soruyu, herkesin kendince bir cevabı vardır ve mutlaka tartışılması gerekmektedir. Benim cevabım net: Biz edebi/adabı/terbiyeli tavrı korkaklık, serkeşliği yiğitlik diye satmaya ve satın almaya başladığımız günden beri, adım adım buralara geldik. Biz maddeten zenginleşirken ahlaken fakirleştik galiba. İşin hazini, bu fakirliğimizin de farkında değiliz ya da farkındaysak bile umursamıyoruz. Bu gidişle daha çok boğaz sıkar, daha çok ana avrat söveriz.

Ordinaryüs Lefter, Sinyor Can ve Taçsız Kral Metin, sizleri çok özlüyorum. Gelmeyeceğinizi de biliyorum. Hüznüm daha da katmerleniyor.