Bırakın bir kurmay hatta bir sınıf subayı aklının normal bir sivil aklının bile düşünmeyeceği, kabul etmeyeceği o kepaze operasyon ve o aptal uygulamayı, ilk haber aldığım andan itibaren dehşetler içindeyim. Ordunun düştüğü/düşürüldüğü meslekî ve ahlakî zaafın dehşetindeyim. Halkımın bazı mensuplarının çaresizlik içindeki askere uyguladığı akıl almaz şiddetin utancı ve nefreti içindeyim.

15 Temmuz gecesi ve 16 Temmuz sabahı yaşananlar, benim için bu ordunun başına ikinci bir çuval geçirme vakasıdır. Birinci çuvalın acısını, utancını ve öfkesini hala içimden atamamışken; bir ikinci çuval zilletini yaşamamdaki kadersizliğin hüsranı ve isyanı içindeyim.

Yok, sadece 15 Temmuz akşamı ve 16 Temmuz sabahına bakarak çözemeyiz bu kepazeliği, geriye ta Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk kepazeliklerinin sahneye konmaya başladığı sürece, on yıl önceye gitmek zorundayız. Bu darbeciler, o kumpasların boşalttığı kadroları hak etmeden alan, oturdukları makamlara hak etmeden oturtulan kadrolardır. Kısacası 'bizden' sanılarak ellerinden tutulan ve 'akıl almaz bir hızla yükseltilen kadrolardır. Eğer o namussuz kumpaslar olmasa, çok büyük kısmı asla o makamlara gelemeyecek olan bu insanların sadece mesleki yetersizlikleri değil aynı zamanda ahlaki zafiyetleri de ortaya çıkmıştır bu yasadışı ve demokrasi karşıtı kalkışmayla.

Onlar, silahlarını bir taraftan millete öbür taraftan da makam ve mevkilerini borçlu oldukları siyasi erke çevirmişlerdir. Şaşırmıyorum, silah arkadaşlarına kumpas kuranların ve o kumpaslar sonucu mağdur edilen silah arkadaşlarının koltuklarına oturmak için birbiriyle yarışanların; kendilerine o makamı ihsan edenlere nankörlük etmesinden daha normal ne olabilir ki?

Ortaya çıkan bir diğer çirkinlik de özellikle aldıkları emri uygulamaktan başka hiçbir çaresi ve günahı olmayan Mehmetçiklerin darbenin bastırılması sırası ve sonrasında maruz kaldıkları muameledir. O askerlerin elbiseleri çıkarılarak bir don ve bir pantolonla koyun sürüsü gibi üst üste yatırılmasından daha büyük yanlış ve asıl ayıp, asıl vahşet demokrasi için meydanlara çıkan yüzbinlerin arasına karışan sokak serserilerinin o savunmasız erlere uyguladıkları şiddettir.

Şurası unutulmasın ki o asker bizim askerimizdir ve bizi sınırlarda o asker korumakta ve kollamaktadır. PKK'nın kaçırdığı Türk askerine uygulamadığı şiddet ve hakareti gerçekleştirenler, ne yazık ki bu topluma mensup ve ne yazık ki bu insanlık dışı vahşet, demokrasi adına işlenmekte ve belki de sırf bu gerekçeyle insani ve İslami değerlere bağlılıklarından şüphe edilmeyecek kesimlerce de görmezden gelinmektedir.

TBMM 12 Ağustos 1949 tarihli 'Harp Esirlerine Yapılacak Muamele İle İlgili Cenevre Sözleşmesi'ni' 1953'te onaylamıştır. O sözleşmenin 13. Maddesi 'Harp esirlerinin her zaman ve ezcümle her türlü şiddet veya sindirme hareketlerine ve umumun hakaret veya tecessüsüne karşı korunacaklardır. Bunlara karşı misilleme (reprisal) hareketleri memnudur(yasaktır)' der. 14. Maddesi ise 'şahıslarına ve şereflerine saygı gösterilmesinin harp esirlerinin hakları olduğunu' belirtir.

Yabancı bir devletin bize karşı savaşmış askerine bile reva görülmeyen muamelenin bizim kendi askerimize uygulanmış olması, o gecenin ve o sabahın bir başka utancı ve yüreğimin ölünceye kadar kanayacak olan yarasıdır.

Hem komutanlarına hem de kalabalıklara karşı o çaresiz askerleri dövenler ve o vahşeti savunanlar, en azından müsamaha ile karşılayanlar Hazreti Muhammet'in devrinde 'esirlerin cesetlerinin bile dövülmesinin ve kılıçtan geçirilmesinin yasakladığını ve esirlerden elbisesiz kalanların giydirildiğini, askerlerin yemeklerinden yedirildiğini' bilirler mi?

O davranışlar kimseye yakışmaz ama Hazreti Muhammet'in ümmetine hiç mi hiç yakışmaz.