Tansu Çiller'in iki anahtarı kendi iktidarında değil ama ondan sonraki
süreçte büyük ölçüde gerçekleşti. Toplumun fakirlik sınırının
üstündeki büyük kesiminin -borçla harçla alınmış olsalar da- artık iki
anahtarı, en azından bir anahtarı var.
Tansu Çiller'in başka sloganları da vardı; bunlardan biri 'Bu vatan
için kurşun yiyen de bir atan da' şeklindeydi. Daha sonra çok
eleştirildi ama PKK en büyük darbeyi de Tansu Çiller döneminde ve
bu slogan doğrultusunda yedi. Eleştirilen sloganın teslim aldığı
Güneydoğu'yu daha sonranın çok alkışlanan sloganı adeta PKK'nın
insafına terk etti. Çözüm sürecinin devletin Güneydoğu'dan tasfiye
edilmesi ve yerine PKK'nın alan hakimiyetinin tesisine hizmet ettiği,
artık sürecin sahiplerince kabul ve itiraf ediliyor.
Tansu Çiller'in bir başka sloganı da 'Bu asker gidecek o bayrak
inecek' idi. Yunanlılar bir gece emrivaki yapmış ve Kardak
Kayalıklarına bayrak çekmişlerdi. Onlar gece karanlığında gelmişlerdi
Türk askeri güpegündüz ve dünyanın hem gözü önünde hem de yapma etme
demesine rağmen gitti ve o bayrağı indirdi. Tansu Hanımdan
sonra Yunanlıların bize ait 1 adaya ve 16 kayalığa daha bayrak
diktikleri yazılıp çiziliyor, yaptıkları kilisenin ve düzenledikleri
merasimlerin fotoğrafları yayınlanıyor ama kimsenin kılı kıpırdamıyor.
Kahramanlığı kendi tekeline alan biz erkekler, hala Tansu Hanım
erkekliğine hasret yaşıyoruz.
Süleyman Şah Türbesi, bizim hem ecdat yadigarı hem de vatan toprağı
olarak kutsalımızdı. Ve de sınırları aşılmasını hatta yaklaşılmasını
savaş sebebi ilan ettiğimiz kırmızı çizgimizdi. Bir gece ansızın gidip
sandukayı sessizce alıp geldik. Vatan toprağını kurşun sıkmadan terk
etmiştik.
Son kırmızı çizgimizi iki üç hafta önce Suriye'de Fırat'ın batısına
çekmiştik. 'PYD-YPG geçerse vururuz' demiş ve hatta iki kere de
vurmuştuk. O çizgi de silindi galiba ya da Fırat'ın suları sildi
götürdü. Şimdilerde PYD-YPG başka kıyafetler ve sahte kimliklerle
Fırat'ın batısında alan genişletiyor. Biz de o emanet giysilere ve de
sahte kimliklere kanıp Kürt koridorunun genişlemesini sessizce
izliyoruz.
Ekonomi uzun zamandır sıkıntıda. Hükümetin en başarılı olduğu ihracat
tıkanma noktasında; bu yıl geçen yılın gerisinde kaldı. Sadece ihracat
değil üretim de azalıyor, milli gelirimiz de azalıyor. Hem toplamda
hem de fert başına düşende. Geriliyoruz. Artık yetkililer söylüyor bir
an önce yapısal reformların zorunlu olduğunu.
Ve eğitim ve öğretim; hali içler acısı. Eğitim yok desek abartı olmaz,
öğretim de diplerde. Yapılan tüm uluslararası değerlendirmelerde
öğrencilerimiz hep sonlarda yer alıyor. Milli Eğitim Bakanlığı'nın
öğretmen alım sınavlarındaki sonuçlar, her yetkiliyi kara kara
düşündürecek boyutta. Geçen her gün geleceğimizi biraz daha karanlık
dehlizlere sürüklüyor ve çoğunluğumuz bunun farkında değiliz; farkında
olanların bir kısmı umursamıyor, umursayan diğer kısmının feryadını da
dinleyen yok.
Ve biz böyle bir ortamda başkanlığı tartışıyoruz. Hem de nasıl bir
başkanlık sorusunu sormadan ve de nasıl bir başkanlık olduğunu ortaya
koymadan. Hangi derdimize nasıl derman olacağını merak etmeden
tartışıyoruz. Ne tartışması taraftar taassubuyla bir tribünden öbür
tribüne laf atıyoruz.
Mecelle 'Ehem mühimden elzem lazımdan evveldir' der. Yani en mühim
mühimden, yani en gerekli olan, olmazsa olmaz olan gerekli olandan
önde gelir. Ben de her önüme gelene, her dostuma saf saf sorduğum o
soruyu bir de size sorayım: Türkiye'nin öncelikli derdi başkanlık
mıdır? Ve başkanlık hangi derdimizi nasıl çözecektir?