Gerçeğin acı yüzüyle karşılaşmak yerine hayallerin koynuna sığınmayı tercih ederiz genelde. Hep yapmışızdır bunu, hele de çocukluk yıllarımızda ve hele de her zayıf nottan sonra. Bir sonraki imtihanda pekiyi almanın hayaliyle tükettiğimiz zamanların hayatımızdan çalındığını anlayamamışızdır bir türlü.

Toplumlar da insanlara benzer davranıyor olaylar karşısında. Gerçekten kaçıp hayalin koynuna sığınıyorlar. Ne yazık ki hayatın acı gerçekleri hayalin tatlı rüyalarını bir değirmen gibi öğütüp un ufak etmekte hiç gecikmiyor.

Nazım Hikmet ' Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göreceğiz...' diyordu. Ne kendi gördü o güneşli güzel günleri' ne de onun izinden gidenler. Toplumsal düşleri bireysel fedakarlıkları oldu. Ceyhun Atıf Kansu 'Sonra kursunlar darağacını kavgamıza,/ Asarlarsa assınlar bizi düşlerimizden!' der. Nice inanmış insan, kavgasının darağacında verdi son nefesini ve nice yürek düşlerinden asıldı bu ülkede ve bu dünyada?

Zaman zaman gerçeklerden kaçıp ya Arif Nihat Asya gibi geçmiş günlerin ihtişamına sığınırız ya da Nazım Hikmet gibi 'motorları maviliklere sürenin' hayaliyle mest oluruz. Nazım 'güneşli güzel günlerin' hayali ve memleket hasretiyle gurbette öldü. Arif Nihat Asya ise geçmişin hasretiyle kendi vatanında kapadı gözlerini bu dünyaya. Sevdalarının da acılarının da çok farklı olduğunu sanmıyorum, her ne kadar söyleyişleri ve önerileri farklı olsa da. Sevda ateşi ha o yürekte yanmış ha bu yürekte; ne fark eder ki.

Dört gün önce ölüm yıldönümüydü 'Bayrak' şiirinin büyük ve garip şairinin. Büyük şairdi; bunu tartışmam, tartışamam, o birbirinden muhteşem şiirler ortada dururken kimse tartışamaz. Garipliği, savunduğu fikrin mensubu olduğunu sanan ya da öyle sanılan çevrelerin hem şiiri hem de şairi çoktan unutmuş olmalarından kaynaklanıyor. O Türk milli mefkûresinin şairi idi. Ne yazık ki o fikri savunduğunu söyleyen siyasi hareket şiirle, romanla, kısacası edebiyatla, sanatla olan bağını çoktan koparttı. Bir zamanların fikir, sanat, kültür ve aksiyon hareketi şimdilerde bir insana teslimiyetin cenderesinde her geçen gün biraz daha artan bir hızla yok oluşa gidiyor.

Arif Nihat Asya'nın 'Ağıt' şiiri az bilinir ama en güzel şiirlerinden biridir: 'Ağlayın, parmakları nur/Sularından kınalı kızlarım/ Ağlasın Meraga göklerinden/ Meraga'ya bakıp yıldızlarım/ Yollara Kürşadlar uzanmış ölü/ Ağlasın Akülke, ağlasın Sütgölü/ Yiğitlerim uyur gurbet ellerde/ Kimi Semerkant'ta bekler beni/ Kimi Caber'de/ Caber yok, Tiyanşan yok, Aral yok/ Ben nasıl varım?/ Ağla ey Tanrı dağlarından/ İndirilmiş Tanrım/ Şu yakın suların/ Kolu neden bükülmez/ Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin/ Benden doğar, bana dökülmez?/ Ben ki ateşle konuşurdum. Selle konuşurdum/ İdil'le Tuna'yla Nil'le konuşurdum/ 'Sangaryos''u ''Sakarya'' yapan/ 'İkonyom''u ''Konya'' yapan/ Dille konuşurdum'

Biz önce dilimizi mi yoksa ilimizi kaybettik? Bilmiyorum; hangisi önce hangisi sonra ama hem dilimizi hem de ilimizi büyük ölçüde kaybettiğimiz kesin. Fırat, Dicle, Aras, onun için benden doğar bana dökülmez. Sahi Meraga ne yana düşer, Caber ne yana? Bilen var mı? Ya da Caber'de kim yatar, Kürşat kim?

Bize ağlamak düştü bu dünyada uzun zamandan beri. Hem kaybedilen şanlı geçmiş hem de bir türlü gelmeyen güzel günler için. Sizi bilmem ama ben ağlıyorum dostlar, ben ağlıyorum…